Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Ve Çeliğe Su Verildi», sahifa 3

Shrift:

Sıcak bir yaz günüydü. Klimkalardan henüz gelmiş olan Pav-ka, evin içinde gayesizce dolanıp duruyordu. Çok geçmeden de sevgili sığınağına yöneldi. Komşu bahçenin bir köşesinde, kiraz ağaçlarının arasında unutulup kalmış bir kulübe yıkıntısının damıydı bu. Dalların içinden bir sincap gibi kayarak dama tırmandı ve boylu boyunca serildi güneşin alnına. Bir süre sonra da bir merak kapladı içini. Kulübenin kenarına sarılarak eğildi ve büyük avludaki körüklü arabayı gördü. Avukatın evinde kalmakta olan Alman teğmenin emir erini de gördü çok geçmeden. Subayın üniformasını fırçalamaktaydı adam. Küçük ve pis bıyıklı o bodur subayı hatırladı Pavka. Sonra da subayın kaldığı odanın parka baktığını… Şu penceresi açık duran ve gizlendiği yerden rahatça içini seyredebildiği odaydı bu…

“Vay canına!” diye mırıldandı, “Teğmen hazretleri, emir erini bir yere gönderdi.”

Gerçekten de teğmen bir mektup uzatmıştı askere ve emir eri derhâl ahıra doğru yönelmişti. Gözlemeye devam etti Pavka. Şimdi de teğmen gidiyordu işte. Teğmen tam o sırada parkın koruluğundan çıkmakta olan Neli Lehtinski’ye doğru ilerledi. Kızın koluna girdi beyzade ve bir gezinti teklif etmiş olmalı ki parmaklığı itip uzaklaştılar.

Pavka güneşin alnına serilip şöyle bir güzel uyumaya niyetlenmişti ama sırası değildi bunun artık. Açık pencereden yana baktı. Alman’ın odası gözlerinin önünde serili duruyordu. Kayışlar vardı masanın üzerinde. Ne işe yarardı bu kayış? Sonra bakalım bunlar gerçekten kayış mıydı? Bir de gene masanın üzerinde pırıl pırıl bir şey… Küçük bir şey parlamaktaydı. Ne olabilirdi acaba?

Merakına yenildi Pavka ve kendini koyverdiği gibi bir kayışta indi kirazdan, yaklaşıp baktı. Masanın üzerinde, nefis bir deri kılıf içinde, harika bir on ikilik revolver duruyordu.

Kendi kendisiyle savaştı birkaç saniye. Birden karar verip deva bulmaz bir yüzsüzlükle eğildi, çekti kılıfı, tabancayı çıkarıp aldı. İşte parktaydı gene. Yüzüstü sürünmeye koyuldu. Kirazın gövdesi, derken yıkık kulübe… Döndü, ortalıkta çıt yoktu. Emir erinin arabacıyla konuştuğunu görüyordu uzaktan. Pavka fırladı. Annesi mutfakta yemek hazırlamaktaydı. Kadının dalgınlığını fırsat bilen Pavka eski bir çaput parçasını cebine sokup sessizce sıvıştı. Ormanın kıyısındaki eski tuğla fabrikasının yıkıntılarına doğru koşuyordu. Ayakları yere değmiyordu sanki ve rüzgâr, kulaklarında ıslık çalar gibiydi.

Büyük step otlarının istilasına uğramıştı molozlar. Sadece üç arkadaş gelirlerdi buraya ve köşe bucak her yeri bilirlerdi. Pavka etrafa dikkatlice göz attı. Kimsecikler yoktu yolda. Çam yapraklarının tembel çıtırtısı kaplamıştı ortalığı, büyük çevrintiler hâlinde kaldırıp döndürüyordu toz yığınlarını rüzgâr. Önündeki gedikten isli bir fırının içine sızdı Pavka. Oradaki tuğlaların arkasına saklayacaktı revolveri.

Bacakları hafifçe titriyor, içine bir endişe çöküyordu yavaş yavaş. Ne olacaktı bu maceranın sonu? Evde fazla görünmemek için vaktinden önce gitti santrale. Çalışmaya koyuldu ama aslında bir tek düşünce vardı kafasını kemiren: Lehtinski’nin evinde şimdi neler olup bitiyordu acaba?

Saat on biri vurduğunda Çukray daldı birden içeriye, Pavka’yı yakalayıp avlunun bir köşesine çekti. “İkindiüzeri sizin evde arama yapmışlar, neden?”

Pavka titredi. “Arama mı? Ne araması?”

“Evet arama, fakat bir şey bulamamışlar. Ne aramış olabilirler, biliyor musun?”

Biliyordu tabii Pavka, ama söylemeye cesaret edemedi. Korkudan titreyerek, “Yoksa Artem’i tevkif mi ettiler?” diye sordu sadece.

“Kimse tevkif edilmedi. Evin altını üstüne getirmişler, o kadar.”

Bu sözler onu yatıştırmıştı ama rahatlatmamıştı. Sessiz birkaç dakika geçti, her ikisi de kendi düşüncelerine dalıp gittiler. Aramanın sebebini bilen Pavka yaptığı işin sonuçlarını hesaplayarak ürkmekteydi. Çukray ise gerçek sebebi bilmediğinden aramanın kendisiyle ilgili olabileceğini düşünerek endişeleniyordu: Şeytan bilir ne düşündüklerini, anormal bir şeyler fark etmiş olmalılar. Artem’in hiçbir şeyden haberi yok ve herifler gelip dosdoğru onun evine dalıyorlar. Bundan böyle daha tedbirli davranmalıyım… Ve her ikisi de sessizce işlerinin başına döndüler.

Lehtinskilerin konağında tam bir şenlik olmuştu. Hırsızlığın farkına varır varmaz teğmen o alışılmış kibarlığından birdenbire sıyrılıp emir erine insafsızca vurmuştu. Darbenin etkisiyle sendeleyen asker hemen doğrulmuş, elleri hazırol duruşunda, gözlerini kırpıştırarak ve yediği dayağa sanki suçlu kendisiymişçesine boyun eğerek beklemişti. Kendisinden bilgi istenmek ve belki de hesap sorulmak üzere derhâl çağırılan avukat, durumu öğrenince şaşkınlığa kapılıp özür dilemeye koyuldu. Böyle bir kepazeliğin, üstelik de kendi evinde cereyan etmesi bayağı ürkütmüştü onu. Tanrı’ya şükür, bu gürültülü sahnede hazır bulunan oğlu Viktor Lehtinski imdadına yetişti: “Bana sorarsanız…” dedi, “Ama benimki kesin bir fikir değil, sadece bir varsayım… Bana sorarsanız, bu hırsızlığı komşular yapmış olabilir. Özellikle de Pavel Korçagin denilen o serseri!”

Bunun üzerine arama yapmak üzere derhâl bir manga asker yollanmıştı eve. Aramadan hiçbir sonuç çıkmadı ve Pavka, “Demek ki…” dedi kendi kendine, “Tehlikeyi göze alıp da iyi bir iş yaptın mı ille de zarar görmezsin.”

3

Pencereyi açıp dirseklerini dayamıştı Tonya. Canı sıkılıyordu. Evin, gözlerinin önünde uzanan bahçesine baktı bir süre. Bütün bir yıl boyunca baba evinden ayrı kalmıştı ama bir türlü inanamıyordu buna.

Her şey olduğu gibi kalmıştı bahçede, özene bezene budanmış ahududular, annesinin en sevdiği çiçeklerle süslü, temiz ve düzenli patikalar, hep bir yıl önceki gibiydi. Emektar bahçıvanın hünerli elinin izlerini taşıyordu bütün bahçe. Ama bu manzaranın düzgünlüğü ve temizliği bile sinirlendiriyordu Tonya’yı.

Yarım bıraktığı bir romanı alıp bahçeye çıktı, yağlı boyalı küçük bahçe kapısını geçip gölcüklere doğru yöneldi. Bir yanı ormanla kaplı, öteki yanı da söğütlerle süslü yol, dümdüz uzanmaktaydı önünde. İlerideki eski bir taş ocağına gitme niyetindeydi Tonya. Tam o sırada söğütlerin arasından gördüğü bir olta kamışı dikkatini çekti. Eğilip dalları aralayarak baktı ve kavruk yüzlü, küçük bir oğlan gördü. Ayakları çıplaktı çocuğun, pantolonunu da dizlerine kadar kıvırmıştı. İyice dalmıştı, öyle ki Tonya’nın ısrarla kendisine baktığını fark etmedi bile.

“Heeey!.. Burada balık var demek?”

Öfkeyle döndü Pavka. Hiç tanımadığı bir genç kızın eğilmiş bakmakta olduğunu gördü. Mavi yakalı, beyaz bir gemici gömleği vardı kızın sırtında. Parlak gri bir eteklik giymişti. Kalın çizgili çoraplar görülüyordu ayak bileklerini örten. İnce bir mendille tutturmuştu kestane rengi güzel saçlarını.

Belli belirsiz titredi olta ve durgun suda gittikçe genişleyen halkalar belirdi. Kızın narin sesi yükseldi dalların arasından: “Balık var, görmüyor musunuz? Isırdı bile oltayı.”

Birden şaşkınlığa kapılan Pavka, dört bir yana sıçrayan çamurların arasında muzaffer bir edayla çekti oltasını. Ama bir de baktı ki umutsuzca kıvrılıp bükülen yemlik solucandan başka bir şey yok iğnenin ucunda. “Balığın içine edildi işte!” dedi kendi kendine öfkeyle, “Bu kız da nereden çıkıp geldi başıma!” Şaşkınlığını gizlemek için gücünün yettiği kadar uzağa fırlattı oltayı. Fakat olta iki nilüferin arasına, yani en atılmaması gereken yere gitti. Oradaki köklere takılabilirdi. Pavka iş işten geçtikten sonra durumun farkına vardı ve kıza bakmaya cesaret edemeyerek homurdandı dişlerinin arasından: “Ciyak ciyak bağırırsanız kaçar tabii balık!”

Alaycı bir cevap geldi dalların arasından bir kamçı gibi: “Çoktan kaçmıştı balık, sizi görünce ürkmüş olmalı! Hem sonra, güpegündüz balık mı avlanır kuzum! Acemi avcı siz de!..”

Pavka elinden geldiğince kibar davranmaya kararlıydı ama bu son sözler biraz fazla ağır geldi ona, öfkelendiğini iyice belli ederek kasketini alnına yıktı ve yine de en az kırıcı kelimeleri seçmeye gayret ederek homurdandı: “Şuradan bir an önce savuşup gitseniz daha iyi olmaz mıydı acaba küçük hanım?”

Muzipçe göz kırparak cevap verdi kız: “Yoksa sizi rahatsız mı ediyorum?”

“Barışalım” diyen bir yankılanma vardı kızın sesinde. Öyle ki en seçme küfürleri sıralamaya hazırlanan Pavka çaresiz kaldı. “Bakabildiğiniz kadar bakın canınız çekiyorsa. Yer herkesin yeri, ne karışırım ben…”

Nilüferlerin arasında dalgalanıp duran oltaya endişeyle göz attı. İğne belli ki takılmıştı bir köke. Kurtarmanın imkânı yok! diye düşündü, Orospu, bir güzel dalga geçer şimdi benimle… Bir an önce defolup gitse bari!

Dalga geçme niyetinde falan değildi oysa Tonya. Kızın sudaki aksi Pavka’ya kadar uzanmaktaydı. Arada bir kendisine kaçamak bakışlar attığını gördü. Bir yandan da elindeki kitabı okuyordu. Yavaş yavaş oltasını kurtarmaya girişti Pavka. Alaylı bir bakış parladı sudaki kızın gözlerinde.

İki delikanlı sökün etti o arada. İki liseli… Depo Şefi Sukarko’nun on yedi yaşındaki oğlu -teni kızıl lekelerle kaplı olduğu için Allı Şurka diye isim takılmış, soluk benizli, tembelin biri- ile şık ve kadınsı Viktor Lehtinski… Güzel bir olta vardı Şurka’nın elinde. Bir sigara yakarak Viktor’a doğru eğildi ve göz kırptı. “Baldan daha tatlı bir kız diyorum sana azizim, bir eşini bulamazsın burada. Alabildiğine romantik bir insan. Aslında Kiev’de okuyor, tatilini geçirmek için gelmiş buraya. Babası orman müdürü. Liz’in arkadaşı kız, yani kardeşimin. Bir aşk mektubu döktürdüm kendisine, hani anlarsın ya, ‘Deli gibi seviyorum sizi ve ürpererekten cevabınızı bekliyorum.’ cinsinden. Bir de Nadson’un bir şiirini kattım araya ki deme gitsin.”

“Peki sonuç ne oldu yani?”

“Sonuç? Şimdilik nazlanıyor güzelim, maniyer yapıyor. ‘Kâğıdına yazık!’ diyor bana. Ama bilirsin, başlangıçta hepsi böyledir. Bana güven azizim, aşk konusunda eski kulağı kesiklerden biriyimdir… Ne var ki vakit kaybetmek istemiyorum onunla, kur yapmak, yalvarıp yakarmak hoşuma gitmiyor. Gece bastı mı aşağı mahalleyi dolanmak çok daha iyi… Üç rubleye kadınlar var ki azizim dudaklarını yalarsın! Cilvesi var, nazı yok üstelik… Valka Tiknof’la bir olup aklımıza esti mi gidiyoruz.”

Küçümseyerek dudak bükmüştü Viktor. “Demek böyle pisliklerle uğraşıyorsun Şura?”

Şura sigarasını fırlatıp alaycı bir sesle, “Beyefendi tiksindiler mi yoksa?” dedi, “Sanki sizin neyle uğraştığınızı bilmiyormuşuz gibi!”

Arkadaşının sözünü kesti Viktor: “Anlaştık mı şimdi, tanıştırıyorsun kızı? Hazır oradayken hızlanalım biraz.”

Tonya’ya doğru ilerlediler. Sukarko ağdalı bir selamla, “Günaydın küçük hanım!” dedi, “Nasılsınız Tumanova? Balık avlamaya niyetlisiniz herhâlde?”

“Bakıyorum sadece.”

“Arkadaşım Viktor Lehtinski’yi tanıştırayım size…” diye devam etti züppe delikanlı.

Viktor utangaç ve şaşkın bir şekilde elini uzattı kıza. Tokalaştılar.

“Niçin avlanmıyorsunuz?”

“Oltamı getirmedim.”

“Derhâl gidip getireyim oltanızı. Ben dönünceye kadar da benimkini kullanırsınız…” dedi Şura.

Kızı arkadaşıyla baş başa bırakmak için bir fırsat yakalamıştı ve memnundu, ama Tonya, “Zahmet etmeyin boşuna.” dedi ve eliyle Pavka’yı göstererek ekledi: “Burada zaten bir balıkçı var, onu rahatsız etmeyelim.”

“Rahatsız etmek mi dediniz? Kimi? Şu veledi mi? Hemen şimdi yollarım ben onu evine!”

Ve Tonya’nın kendisine engel olmasına vakit kalmadan atlayıp gölün kıyısına indi. “Derhâl topla bakalım pılını pırtını, yaylan! Çabuk ol, hadi!”

Pavka’nın kendisini hiç işitmemiş gibi devam ettiğini görünce sesini yükseltmişti: “Heey, ne bekliyorsun be! Yaylan dedik sana!”

Hayra alamet sayılmayacak bir ifadeyle dönüp baktı Pavka. “Yavaş gel bakalım!” dedi, “Ne bağırıyorsun öyle?”

Ötekinin laf dinleyecek hâli yoktu, azmıştı. “Ne?” diye haykırdı, “Bir de itiraz ediyorsun öyle mi! Hergele seni, defol buradan, hemen defol!”

Bir yandan da ayağının ucuyla vurup yem kutusunu suya yuvarlamıştı.

“Sukarko! Utanmıyor musunuz siz!” diye haykırdı Tonya.

Pavka doğrulmuştu. Artem’in şefi olan depo müdürünün oğluydu karşısındaki ve içinden gelen sese uyup da oğlanın lekeli suratını darmadağın etse bunun hesabının ağabeyinden sorulacağını bilmiyor değildi. Onun için tutuyordu kendini. Ama Pavka’nın öfkelendiğini gören liseli, hiç vakit kaybetmeden üstüne yürüdü ve suya doğru itti onu. Güçlükle koruyabildi dengesini Pavka, tepesi atmıştı. “Yaa, demek öyle?” dedi, “Al sana öyleyse!”

Ve oğlanın suratının ortasına bir yumruk indirdiği gibi toparlanmasına meydan vermeden ceketinden yakalayıp göle doğru sürükledi, onu suya attı. Çamurlu sular içinde ve hınçla gölden fırlayan Şura, yeniden saldırdı ama Pavka artık kararını vermişti. Çukray’dan aldığı dersleri hatırladı bir anda: Ağırlığı sol bacağının üzerine verecek, sağ bacağını hafifçe büküp gereceksin ve yumruğunu sadece kolunla değil bütün vücudunla, aşağıdan yukarıya, çenesinin altına doğru savuracaksın.

Birbirine çarpan dişlerin gıcırtısı işitildi önce, sonra da ipincecik bir haykırış yükseldi ve Sukarko, kolları havada daireler çizerek yeniden suya gömüldü.

Tonya’nın deli gibi gülüşüyle çınlamaktaydı kıyı. “Bravo! Bravo! Harika bir şey bu!” Alkışlamaya koyulmuştu Pavka’yı ama o oltasını toplayıp, takılmış iğneyi sert bir hareketle çektikten sonra arkasına bile bakmadan, rahatça uzaklaştı.

“Pavka Korçagin bu! Hergelenin biri işte!” dedi Viktor, genç kıza. Pavka bunu işitti ama aldırmadı.

***

Endişe verici bir söylenti dolaşıyordu şehirde: Demir yolu işçileri grev yapacak… Komşu kavşaktaki depo işçileri bu yolda ilk adımı atmışlardı bile. Kızılların bildirilerini taşımaktan dolayı sanık durumuna düşen iki makinist, Almanlar tarafından tevkif edilmişti. Öte yandan tarla işçileri arasında yer yer isyanlar patlak veriyordu. Köylüler böylece, ardı arkası kesilmeyen müsaderelere ve büyük toprak ağalarının dönüşüne, kendi usullerince cevap vermiş oluyorlardı.

Kazak muhafızlarının kırbaçları okşadı gene uzun uzun mujiklerin sırtını. Vilayet sınırları içinde partizanlardan kurulu on kadar birlik vardı ve sayıları her gün biraz daha kabaran bu birlikler kısmen Bolşevikler tarafından teşkilatlandırılmaktaydı. Çukray boş geçirmemişti vaktini.

AtamanIar hiç beklenmedik bir anda gar telgrafçısı Ponomarenko’yu tevkif ettiler. İnsafsızca dövdüler adamı kumandanın odasında. O da acıya dayanamayıp sonunda, grev propagandasının Roman Sidorenko tarafından yürütüldüğünü söyledi. Roman, Artem’in arkadaşlarındandı.

Sidorenko marangoz tezgâhının arkasında çalışmaktaydı. İki Alman’la bir hetmanetz13 çıkıp geldi aniden ve hermanetz tek kelime söylemeden kırbacıyla Roman’ın suratına vurdu. Sonra da yüzünü büsbütün buruşturan pis bir gülüşle marangozu kolundan yakalayıp, “Yürü bakalım köpek!” dedi, “Halledilecek bir meselemiz var, grev propagandası nasıl yapılırmış öğreteceğim sana!”

Artem’in dev vücudunu görür görmez, elini tabancasının kılıfına götürüp içgüdüyle gerilemişti kazak. Dişleri gıcırdıyordu Artem’in. “Arkadaşıma nasıl vurursun sen be namussuz!”

Kısa bacaklı Alman askeri, tüfeğini derhâl Artem’e doğrultmuştu bu arada. Tetiği çekmeye hazır bir şekilde, “Geri!” diye havladı var gücüyle.

Bu piç kadar Almanların karşısında dev yapılı işçi güçsüz kalıyor, arkadaşının yardımına koşamıyordu. İkisini birden alıp götürdüler tabii. Artem’i bir saat sonra serbest bıraktılar ama Roman’ı koyvermediler, mahzene kapattılar. On dakika sonra da bütün işçiler atölyeleri boşaltmışlardı. Çok geçmeden onlara makasçılar da katıldı. Son haddini bulmuştu öfkeleri. Kimin kaleme aldığı bilinmeyen bir dilekçeye imza toplayarak Sidorenko’nun derhâl serbest bırakılmasını talep etmişlerdi. Hele bir hetmanetz, ardında bir avuç atlı kazakla dörtnala gelip, kalabalığı tevkifle ve hatta yaylım ateşi açmakla tehdit ederek dağıtmak isteyince hiddetleri büsbütün arttı ve ortalığı kaplayan öfkeli uğultu karşısında kazaklar geri çekilmek zorunda kaldılar. Ama bütün bunlar olup biterken, gar kumandanı tarafından çağrılmış olan Alman askeriyle tıklım tıklım dolu olan kamyonlar hızla istasyona doğru ilerlemekteydi. Kalabalık ancak o vakit dağıldı. Ama işçiler atölyelere değil, evlerine gittiler. Grev tam olmuştu. Gece bekçisi bile katılmıştı greve. Çukray’ın emekleri meyve vermeye başlıyordu. Şepetovka Demiryolu Tesislerindeki ilk büyük gövde gösterisiydi bu.

Garın peronuna ağır bir mitralyöz yerleştirdi Almanlar. Kulakları tetikte bir av köpeği gibi duruyordu orada mitralyöz. Tevkifler bütün gece boyunca sürdü. Tevkif edilenler arasında Artem de vardı. Çukray ihtiyatlı davranıp dışarıda gecelediği için arkadaşlarının başına gelen belaya bulaşmaktan kurtulmuştu.

Askerî otoriteler, büyük bir hangara toplamış oldukları tutuklulara, derhâl işe başlamakla harp divanına sevk edilmek arasında bir tercih yapmalarını söylediler. Çünkü grev bütün bölgeye yayılmış durumdaydı. Yirmi dört saat boyunca bir tek tren olsun hareket etmemişti. Oysa Şepetovka’nın yüz yirmi kilometre ötesinde, Almanlarla partizanlar arasında kanlı bir savaş cereyan etmekteydi. Tren yoluyla birlikte bütün köprüleri havaya uçurmuştu partizanlar. Gerçi geceleyin bir Alman artçı birliği gelmişti ama makinist, makinist yardımcısı ve ateşçi, işlerini bırakıp kaçmış olduklarından yola devam etmeleri imkânsızdı. Oysa askerleri her ne pahasına olursa olsun cepheye taşımak gerekiyordu. Kaldı ki geride, her an gelmesi beklenen ve yedek kuvvet getiren iki katar daha vardı.

Kumandan yardımcısı, kısa bir emirname okudu. “Korçagin, Politovski, Bruzjak, treni sevk etmeye memur olan ekip sizsiniz. Reddettiğiniz takdirde derhâl kurşuna dizileceksiniz! Görevi kabul ediyor musunuz?”

İşçiler kaderlerine baş eğdiler. İster istemez razı olmuşlardı. Süngü takmış bir Alman kıtası lokomotife kadar eşlik etti kendilerine. Bu sırada büyük hangardakiler arasından bir ikinci ekip seçilmekteydi.

***

Kötü bir titreyişle sarsıldı lokomotif, kıvılcımlar fışkırttı karanlığa ve derin derin soluyarak son hızla gecenin içine daldı. Artem, madenî parmaklığı bir ayak darbesiyle açarak ocağa kömür doldurduktan sonra birkaç yudum su içmiş ve Makinist Politovski’ye dönmüştü. “Ne dersin babacığım, götürecek miyiz şimdi biz bu treni?”

Yaşlı adam gözlerini kırpıştırarak, “Kıçımızda süngüyle bekliyorlar!” dedi, “Götürmeyip de ne halt edeceğiz?”

Bruzjak, kömür vagonunun sahanlığından kendilerini gözetlemekte olan Alman askerlerine kaçamak bir bakış attıktan sonra, “Yapılacak tek şey…” diye fısıldadı, “Her şeyi yüzüstü bırakıp buradan savuşmaktır.”

“Ben de aynı fikirdeyim.” diye homurdandı Artem, “Şu herif başımızda dikilmemiş olsa…”

Politovski ona doğru yaklaşmıştı. “Bu namussuzları götüremeyiz, anlamıyor musun?” dedi, “Arkadaşlar orada çarpışıyorlar, partizanlar yolları havaya uçuruyor. Biz de arkadaşlarımızın hesabını görsünler diye bu köpekleri taşıyacağız, öyle mi! Yağma yok evlat! Çarlık zamanında bile ben grev süresince asker taşımayı kabul etmedim. Şimdi bu namussuzları taşımaya göz yumar mıyım sanıyorsunuz? Kendi canlarımıza böyle pis bir hediye götürmenin utancını bütün ömür boyunca silemeyiz! Yerlerine konduğumuz arkadaşları düşün, nasıl direnip kaçtılar. Onların da hayatları tehlikedeydi ama bir an bile tereddüt etmediler. Bu durumda ben de tereddüt etmem. Köpek etsin trenlerine, götürmüyorum! Ne dersin oğul?”

“Doğrudur derim babacığım. Yalnız şu sırtımızdaki pezevengi nasıl halledeceğiz?”

Gözleri gene sahanlığa doğru kaymıştı kendiliğinden. Alnı kırışmıştı makinistin, üstüpüyle terini kuruladı, sonra da aklını kurcalayan sorunun cevabını orada bulmak ister gibi manometreye dikti kanlanmış gözlerini. Nihayet dayanamayıp umutsuzluğunu kusmak istercesine ağdalı bir küfür savurdu.

Artem çaydanlığı kendine doğru çekmiş, susuzluğunu gidermeye çabalıyordu şimdi, dudakları kurumuştu. Her ikisi de aynı şeyi düşünüyor ama söylemeye bir türlü cesaret edemiyorlardı. Çukray’la yapmış olduğu bir konuşmayı hatırladı Artem. “Bolşevikler hakkında ne düşünüyorsun arkadaşım?” diye sormuştu Çukray, “Komünizm hakkında?..”

“Size daima yardım etmeye hazırım, bana güvenebilirsiniz.” cevabını vermişti.

Aletlerin durduğu kasaya eğildi Politovski, Artem’i dürttü ve güçlükle ama kesin bir sesle konuştu: “Bu üstadı cehenneme yolcu etmekten başka çare yok anlıyor musun?”

Derinden derine titredi Artem. Politovski ise dişlerini gıcırdatarak devam etti: “Evet, başka çare yok. İlkin o devrilecek, sonra regülatörle bütün aletler fırına atılacak ve frene basıp tüyeceğiz.”

Artem kömür çuvalını yere bırakıyormuş gibi yaparak başıyla kabul ettiğini bildirdi ve Bruzjak’a aktardı söylenenleri. Makinist yardımcısı bir süre cevap vermedi. Risk büyüktü. Almanların elindeydi her üçünün de ailesi. Dokuz can vardı sadece Politovski’yi bekleyen. Ama her üçü de biliyordu ki bu düşman birliğini kendi yurttaşlarını öldürmeye götürmenin imkân ve ihtimali yoktu.

“Kabul…” dedi sonunda Bruzjak, “Ama herifi hangimiz…” Cümleyi bitirmeye cesareti yoktu. Ne demek istediğini anlamış olan Artem, Politovski’ye döndü. “Nasıl yapacağız?”

“İçimizde en güçlü kuvvetli olan sensin, başlamak sana düşer. Şu demiri al ve okşayıver kafasını! Bir anda bitir işini!”

İhtiyarın heyecanlandığı belli oluyordu sesinden. Artem kaşlarını çatmıştı. “İmkânı yok yapamayacağım bunu. Kolum kalkmıyor, işe bak. Sonra… İyice bir düşünecek olursak… Bu zavallının da suçu yok. O da süngü zoruyla burada bulunuyor.”

Politovski’nin gözlerinde şimşekler çakıyordu sanki. “Suçu yok mu dedin? Süngü zoruyla ha!.. Peki ya biz… Bizim ne suçumuz var ki bu pisliğin içindeyiz, söyler misin? Senin gözünle bakacak olursam, bütün bu taşıdıklarımız masumlardan ibaret. Ama bu masum alayı yarın gözünü kırpmadan partizanları kurşunlayacak! ‘Suçlu partizanlar!’ Koca aptal sen de! Gören de bir ayıdan farkın yok sanır. Hiçbir işe yaramayacaksın, anlaşıldı!”

“Tamam tamam, uzatma…” diye fısıldadı Artem demire yapışırken.

“Benim gözlerim daha keskindir, bırak. Böylesi daha emin. Küreği yakala sen ve yola kömür dök. Gerekirse bana yardım edersin. Şimdi gel, çalışır gibi görünelim.”

Ellerini frene koyarken, “İyi söyledin ihtiyar.” diye tasdik etti.

Kırmızı uçlu bir asker başlığı takmış olan Alman, sahanlığın kıyısına oturup tüfeğini dizlerinin arasına sıkıştırmış, sigara içmekteydi. Elinde kürek, kömür almak için sahanlığa tırmanan Artem’e ve kömür parçalarını ufalamak ister gibi onunla birlikte gelen ihtiyar Politovski’ye dikkat bile etmedi. Politovski’nin sessiz bir işareti üzerine uysallıkla çekilip yol açtı hatta…

Kafatasının çatladığını bildiren boğuk ve kısa bir ses yükseldi. Bir an için donup kalmıştı Artem’le Bruzjak. Bir çuval gibi devrildi askerin gövdesi, gri bezden başlığı hızla kana bulandı. Sahanlığın kenarına çarpan tüfek, madenî bir ses çıkardı.

“Bu iş tamam.” diye fısıldadı Politovski suratını buruşturarak, “Artık dönüşümüz yok.” Sesi kısılır gibi olmuştu ama derhâl kendini toparlayarak ortalığa çöken ağır sessizliği yırtmak için haykırdı: “Regülatörü sökün hemen! Çabuk!”

On dakika olmadan her şey tamamlanmıştı. Kendi kaderine terk edilen lokomotif ağır ağır yavaşlıyordu şimdi. Yolun kenarındaki ağaçlar, bir ışık çemberi içinde, koyu silüetler hâlinde birdenbire dikiliyor ve yeniden gömülüyorlardı gecenin dipsiz karanlığına. Lokomotifin farları, önlerindeki birkaç metreyi aydınlatmaya yetiyordu ancak. Ağır ağır soluyan tren gittikçe yavaşlıyordu.

Politovski’nin gürlediğini işitti Artem. “Atla yumurcak, ne bekliyorsun!”

Ardından iri gövdesini karanlığa bıraktı. Toprağa değdi ayakları, atlayışın verdiği hızla bir kaç adım yürüdü ve tepetaklak yuvarlandı aniden. İki gölgenin arkasından atladığını görür gibi olmuştu.

***

Neşe diye bir şey kalmamıştı Bruzjak’ın evinde. Serejka’nın annesi Antonina Vasiliyevna takatinin sınırına gelmişti artık. Dört gündür bir tek haber çıkmamıştı kocasından. Korçagin ve Politovski’yle birlikte Almanlar tarafından görevlendirilmiş olduğunu biliyordu, o kadar. Ayrıca bir gün önce üç Ukraynalı muhafız gelmişti eve ve kendisini hoyratça sorguya çekmişlerdi.

Heriflerin tavrından ve sözlerinden iyice işkillenmişti kadın, büyük bir felaket yaşanacağını hissediyordu. Sonunda dayanamayıp belki bir haber gelmiştir umuduyla Marya Jakolevna’yı görmeye karar verdi.

“Nereye gidiyorsun anne?”

Gözleri yaşlarla dolu, mutfakta iş görmekte olan büyük kızı Valya’ya baktı kadın. “Korçaginlere…” dedi sesi titreyerek. “Belki onlar bir haber almışlardır. Serejka gelecek olursa Politovskilere kadar uzanmasını söylersin.”

Marya Jakolevna bu ziyaretten, gene her zamanki gibi son derece sevinç duymuştu. O da bir haber bekliyordu çünkü. Ama ilk cümlelerle birlikte her iki kadın da hayal kırıklığına uğradılar.

Korçaginlerin evini basıp arama yapmışlardı geceleyin. Artem’i kendilerine teslim etmesini istiyorlardı annesinden. Kadıncağız ne olup bittiğini bilmediği, üstelik bir de santralde iş başı yapan Pavka evde bulunmadığı için dehşete düşmüştü. Şafak söktüğünde eve dönen Pavka, içinden öldürücü bir endişenin yükseldiğini hissetti. Aralarındaki bütün karakter farkına ve Artem’in görünüşteki o amansız sertliğine rağmen iki kardeş birbirlerine son derece bağlıydılar. Yapmacığa ve gösterişe ihtiyaç duymayan, sağlam bir bağlılıktı bu ve Pavel, ağabeyi için en büyük fedakârlıkları yapmaya daima hazır hissediyordu kendini.

Evde bir dakika bile kalıp dinlenmeden depoya koştu. Çukray’ı görmek istiyordu ama bulamadı. İşçi arkadaşlar da hiçbir şey bilmiyorlardı. Politovskilere koştu Pavka ve geceleyin onlarda da arama yapıldığını öğrendi.

***

Kapıya vuruluyordu. Döndü Valya: “Kim o?”

Zembereği kaldırınca Marçenko’nun kızıl ve kirpi saçlı kafasıyla karşılaştı. Soluk soluğaydı Klimka. “Annen yok mu?” diye sordu.

“Gitti biraz önce.”

“Nereye gitti?”

“Korçaginlere…”

Klimka’nın fırlamasına meydan kalmadan Valya kolundan yakaladı. Genç kıza kararsız gözlerle baktı çocuk. “Bırak beni, acele bir haberim var annene…”

“Ne haberi?”

Oğlanı dut ağacını silkeler gibi sarsmaya başlamıştı. “Çabuk söyle, kızıl saçlı ayı yavrusu, çabuk! Meraktan çatlayacağım, görmüyor musun!”

Mektubu Antonina Vasiliyevna’ya teslim etmesi için Çukray’dan kesin emir almıştı Klimka, ama bir anda bunu unuttu ve cebinden çıkardığı yağlı bir kâğıt parçasını uzattı genç kıza. Serejka’nın kız kardeşinden herhangi bir şeyi esirgemek elinde değildi, belirsiz bir duygu vardı Valya’ya karşı içinde.

Kız, hızla okudu mektubu:

Sevgili Tonya,

Sakın endişe etme. Her şey yolunda. Hayattayız ve iyiyiz. İleride daha teferruatlı yazacağım. Ötekileri teselli et ve bu mektubu da yırt.

ZAKAR

Klimka’nın üzerine atılmıştı Valya. “Kızıl saçlı, küçük ayım benim, nereden buldun bunu söyle bana? Kim verdi bu mektubu sana şişman sevgilim?”

Zavallı oğlanı öylesine sarsıyordu ki Klimka hiç farkına varmaksızın ikinci bir gaf yaptı: “Çukray verdi.”

Ve almış olduğu kesin emri hatırladı birdenbire, süklüm püklüm ekledi: “Kimseye hiçbir şey söylemememi tembih etmişti bana…”

Gülmeye koyuldu Valya. “Korkma ihanet etmem…” dedi, “Pavkalara fırla şimdi. Annem orada.”

Üç erkeğin üçü de dönmemişti. Akşamleyin Çukray, lokomotifin üzerinde olup bitenleri bir bir anlattı Marya Jakolevna’ya, büyük bir korkuya kapılmış olan kadıncağızı elinden geldiği kadar yatıştırmaya çalıştı, her üçünün de Bruzjak’ın amcasına ait, uzak bir yerde emniyette olduklarını söyledi. Bir süre orada kalacaklarını, bunun daha güvenli olduğunu ekledi sonra. Ama katiyen uzun sürmeyecekti bu. Ablukaya alınmış olan Almanların durumu hiç de parlak değildi.

Üç erkeğin ailesi, endişe ve aynı sevinçleri paylaşmanın verdiği etkiyle daha da yakınlaştılar. Gerçi uzaklardan tek tük mektuplar çıkıp gelmiyor değildi ama evlerde gene bir sessizlik ve hüzün havası vardı.

Bir gün, hiç beklenmedik bir şekilde Çukray, Politovskilere uğramış ve yaşlı kadının eline iki kerenki14 sıkıştırmıştı. “Al nineciğim.” demişti, “Bunları size kocanız yolluyor. Ama hiç kimseye bir şey söylemeyin.”

Minnettarlık içinde eline sarılmıştı kadın. “Eksik olma evladım, evin hâli perişan, çocukların önüne koyacak bir lokma bir şey kalmadı.”

Aslında para Bulgakof tarafından bırakılmıştı. Çukray ise yolda düşünceye dalmıştı. Buraya geldiğinden beri olup bitenleri hatırlayarak, “Bütün bunların ucundan ne çıkacağını yakında göreceğiz.” diye mırıldandı kendi kendine, “Grev çuvallamış bulunuyor. Kurşuna dizilme tehdidi altında işçiler çözüldü. Ama meşale tutuşmuştur artık ve bundan böyle imkânsızdır sönmesi. Öteki üç arkadaşa gelince, namuslu çocuklarmış, aşk olsun! Köküne kadar proletermiş üçü de!..”

***

Geniş ve karanlık sularıyla uzanmaktaydı göl, suları çepeçevre saran köknar ağaçları kayıtsız bir edayla başlarını sallamaktaydılar. Sanki yaşıyorlar… diye düşündü Tonya. Kıyıdaki otların üzerine uzanmıştı. Tepesinde, sığınmış olduğu yuvarlak oyuğun üstünde büyük bir çam ormanı başlıyordu. Biraz daha aşağıda ise kayalar, gölgeleriyle iyice kararan durgun sulara diklemesine iniyordu.

Tonya’nın en sevdiği köşeydi burası. Garın bir verst15 ilerisinde, eski taş ocaklarının ve derin vadiciklerin arasında üç küçük göl doğmuştu kendiliğinden. Tonya fırsat buldukça buraya koşar, kimi zaman okur kimi zaman da hayale dalardı.

İleride bir yerde su sesi işitti Tonya. Merak edip dalların arasından bakınca gölün ortasına doğru güvenle yüzmekte olan, bronzlaşmış, biçimli ve çıplak bir vücut gördü. Bayağı esmerleşmişti sırtı yüzücünün ve simsiyah saçları vardı. Birdenbire hızlanıp suları yararak dalıyor ve diklemesine inen güneş ışığından sakınmak için gözlerini yumup sırtüstü uzanıyordu sulara rahatça.

“Hiç de ahlaklı bir şey değil onu bu hâliyle gözetlemek…” dedi kendi kendine. Güldü sonra ve Lehtinski’nin vermiş olduğu kitaba daldı yeniden.

Bir taş kaymıştı aniden… Genç kız ürkerek başını kaldırdı. Pav-ka Korçagin şaşkın, hatta bu ani karşılaşmadan biraz da sıkılmış ve hemen sıvışmaya hazır bir hâlde dikilmiş durmaktaydı. Oğlanın ıslak saçlarını görünce, Demek ki yüzen oydu… diye tahmin etti Tonya. Pavka da genç kızı hatırlamıştı. “Yoksa sizi ürküttüm mü?” dedi, “Özür dilerim. Burada olduğunuzu bilsem atmazdım taşı. Yani… Tamamıyla tesadüfen oldu.”

“Yo yo, ürkmedim ki…” dedi kız, “Hatta isterseniz biraz gevezelik de edebiliriz.”

Ne diyeceğini kestiremiyordu Pavka şaşkınlıktan. “Aramızda konuşacak ne var ki?” diye kekeledi.

Gülümseyerek iri bir taş gösterdi Tonya. “Niye ayakta duruyorsunuz kuzum? Otursanıza şuraya… Şimdi de isminizi söyleyin.”

“Pavka Korçagin.”

“Benimki de Tonya. İşte tanıştık bile.”

Hâlâ şaşkınlıktan sıyrılamamış olan Pavka, elinde tuttuğu kasketini mıncıklayıp duruyordu.

“Niçin Pavka diyorlar size? Hiç de güzel gelmiyor kulağa, Pav-ka!.. Pavka!.. Pavel çok daha güzel, Pavel diye hitap edeceğim ben size… Sık sık gelir misiniz buraya?”

13.Hetmanetz: Bir hetmana bağlı kazak.
14.Kerenki: Kerenski’nin başkanlığındaki geçici hükûmet tarafından çıkarılan banknotlar.
15.Verst: 1066 m. uzunluğundaki Rus ölçü birimi.
41 458,10 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-605-121-895-3
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi