Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Ve Çeliğe Su Verildi», sahifa 2

Shrift:

Doğrulup yumruklarını sallamaya koyulmuştu, sesi öfkeden titriyordu. Klimka fırlayıp kapıyı kapatırken Pavka devam ediyordu: “Sen mesela Klimka, dayağı yiyince susup hazmedersin hep. Gık demeye bile cesaretin yoktur, düşündün mü hiç neden?”

Sessizlik oldu. Pavka bitkin bir hâlde bir taburenin üzerine çökmüş, başını ellerinin arasına almıştı. Aşçı yamağı, ateşi karıştırdıktan sonra geçip Pavka’nın karşısına yerleşti.

“Bu akşam ne okuyoruz bakalım?”

“Bayi kapalıydı, kitap alamadım.”

“Bayram değil, seyran değil, neden kapalıymış?”

“Jandarmalar alıp götürmüşler adamı. Söylediğine göre yasak kitap bulmuşlar.”

“Yasak kitap da neymiş?” diye sordu Klimka.

“Söylediğine göre yasak kitap, politika demekmiş.”

Gittikçe biraz daha afallayarak arkadaşına bakıyordu Klimka. “Politika mı dedin? Politika da ne demek kuzum?”

Pavka omuzlarını silkti. “Ben de pek iyi bilmiyorum ama söylendiğine göre çara karşı çıkarsan politika olurmuş.”

Klimka sıçramıştı korkudan. “Vay anasını, demek böyle adamlar da var!..”

“Ne bileyim olup olmadığını.”

***

Bir olay, Pavka’nın işine beklenmedik bir anda son verecekti. O gün don vardı. Pavka, nöbeti devralacak oğlan zahmet edip gelmediği için eve dönemedi. Yirmi dört saatlik yoğun çalışmadan sonra bitkin bir hâldeydi.

Geceleyin işlerin hafiflemesinden faydalanıp, sürekli olarak ısıtmakla görevli bulunduğu kabı doldurmak istedi ama tulumba işlemiyordu ve Pavka musluğu kapatmayı unuttu, sonra da yorgunluğa dayanamayıp odun yığınlarının üzerine uzandı. Uzanmasıyla uyuyakalması bir oldu.

Birkaç dakika geçmeden musluk, suyun geldiğini müjdeliyordu. Su geldi gerçekten, bir güzel doldurdu kazanı, sonra taştı, o saatte her zamanki gibi ıssızlaşan ofisin zeminini kapladı, haince kapıdan sızıp bekleme salonuna yöneldi ve uyuyan yolcuların bavullarına doğru hücuma geçti. Hiç kimse bir şey fark etmeyecekti belki de… Ne var ki yolculardan birisi oturacak yer bulamamış ve zemine uzanmıştı. Uyanıp da bu umulmadık banyonun ortasında bulunca kendini, tabii yaygarayı bastı. İnsanlar bagajlarına sarılırken su da ortalığı kaplayan çığlıklara hiç mi hiç kulak asmadan istilasına devam ediyordu.

Hizmet etmekte olduğu yan salondan gürültüye koşan Prokoşka, gittikçe genişleyen su birikintilerinin üzerinden atlayarak, ne olduğunu anlamak için ofisin kapısını ardına kadar açtı ve açmasıyla birlikte, önündeki tek engeli de kalkan su, bir şelale gibi gürleyip bütün salonu bastı.

Personel imdada koşmuştu ama çığlıklar da gittikçe yükseliyordu. Prokoşka, bütün bu olup bitenden habersiz, derin derin uyuyan Pavka’nın üstüne çökmüştü bir anda. Bir yumruk yağmuru indi oğlanın kafasına. Uyku sersemliğinden bir türlü kurtulup da her yerinin niçin bu kadar ağrıdığını anlayamamıştı Pavka. Göz kapaklarının içinden kıvılcımlar fırlıyor, bütün vücuduna çiviler saplanıyor gibiydi.

Sendeleyerek, eve kadar âdeta süründü. Ertesi sabah Artem; kaşları çatık, yüzü gergin, bakışları katı bir şekilde Pavka’yı dinliyordu. Kardeşi olayı anlatıp bitirince, “Peki kim soktu seni bu hâle?” diye sordu.

“Prokoşka diye şaşı bir garson var, işte o…”

“Anladım. Sen yatmana bak.”

Deri ceketini giyip fazladan tek kelime söylemeksizin evden çıktı Artem.

***

“Şef garsonlardan Prokor’u görmek mümkün mü?” diye sordu dev yapılı işçi Glaşa’ya.

“Tabii mümkün. Biraz bekleyin, neredeyse gelir.” dedi adam, kapının kanadına yaslanarak.

“Tamam.” dedi, “Gerektiği kadar bekleyeceğim.”

“Bakın geldi bile, işte şu giren… Elinde tepsilerle…”

Artem’in kocaman eli, Prokor’un omzuna bir pençe gibi indi. Soru kısa ve kesindi: “Kardeşimi niye dövdün Prokor?”

Prokor kurtulmak için boşuna çırpındı. Müthiş bir yumrukla yere serilmişti bile. Kalkıp toparlanmak istedi, birincisinden daha müthiş bir ikinci darbeyle çivilendi yere. Bulaşıkçı kadınlar dehşet içinde çekilip açıldılar ve Artem çıkıp gitti. Prokor inleyerek kıvranmaktaydı.

Her akşamki gibi o akşam da evde Artem’i beklediler ama o gelmedi. Çılgına dönen anne, çok geçmeden öğrenecekti oğlunun tevkif edilmiş olduğunu. Ancak altı gün sonra serbest bıraktılar. Gecenin geç saatleriydi. Çoktan uyumuştu annesi. Gürültü etmeksizin Pavka’nın yatağına yaklaştı Artem. Oğlan uyumuyordu. Garip bir tatlılık vardı sesinde, alışılmadık bir şefkatle sordu:

“İyisin ya yumurcak? Artık unut bunu, aldırma. Hayatta daha büyük felaketler de vardır… Niçevo… Bundan sonra elektrik santralinde çalışacaksın. Ben konuştum bile. Bir meslek sahibi olursun böylece.”

İki elini uzattı Pavka ve ağabeyinin kocaman pençesini kuvvetle kavrayıp sıktı.

2

Küçük şehri allak bullak etti aniden gelen haber. Çar devrilmişti. Hiç kimse inanmak istemiyordu buna, inanılacak gibi de değildi.

Sonunda, sisin içinden çıkıp gelen bir trenden iki öğrenci indi gara, üniversite üniformaları ve omuzdan geçme tüfekleriyle… Onlarla birlikte kızıl kolçaklı bir devrimci asker müfrezesi de inmişti. Jandarmaları, ihtiyar albayı, garnizon kumandanını hapsettiler. Ve şehir inandı… Karlı sokaklardan, uzun siyah şeritler hâlinde yüzlerce insan yürüdü büyük meydana. Doymak nedir bilmeyen bir merakla dinlediler büyülü sözleri: hürriyet, eşitlik, kardeşlik.

Heyecanlı ve sevinçli günler gelip geçti, gürültülü günler… Sonra gene sükûnet çöktü ortalığa. Menşeviklerle Bund6 üyelerinin yeni efendiler olarak yerleştiği belediye binasının üzerinde dalgalanan kızıl bayraktan başka bir şey kalmadı düzenin değiştiğini bildiren.

1917 yılı da geçti. Hiçbir şey değişmedi Pavka için. Klimka ile Serejka Bruzjak için de öyle. Patronlar gene aynı patronlardı, hayat gene aynı hayat… Bir atlı muhafızlar alayı gelip işgal etmişti şehri. Süvari bölükleri her sabah gara giriyor ve güneybatı cephesinden kaçanları tevkif ediyorlardı. Olgun yüzlü, uzun boylu, sağlam yapılı, aslan gibi delikanlılardı bu muhafızlar. Çoğu kont ya da prens olan subayların omuzlarında altın apoletler, alabildiğine süslü ceketlerinde gümüş kordonlar vardı ve her şey eskisi gibiydi. Sanki bir rüya gibiydi devrim.

Kasım yağmurlarıyla birlikte yadırgatıcı bir değişiklik de yaşandı. Uğuldayan bir kalabalık taştı gardan. Yepyeni insanlardı bunlar, cephe insanları… İsimleri Bolşevik’ti. Bu sağlam, güven verici ismi nereden aldıklarını hiç kimse bilmiyordu.

Muhafızların işi gittikçe biraz daha güçleşiyor, gittikçe biraz daha sıklaşan yaylım ateşleriyle parçalanıp dağılıyordu garın camları. Kaçaklar siperleri büyük topluluklar hâlinde terk ediyorlardı. Engel olmaya kalkıldığı vakit de süngüye sarılıyorlardı canlarını korumak için.

Aralık ayı girer girmez alaylar hâlinde bir akın başladı. Muhafızlar garı işgal etti bunun üzerine. Bu önünde durulmaz kalabalığı, baraj kurup durdurabileceklerini sanıyorlardı. Mitralyöz ateşiyle karşılandı gelenler, ama boşuna, ölüme alışmışlardı ve muhafızlar yenildi. Frontovikler7 şehre kadar sürdü onları, sonra da gara dönüp ileri doğru yürüyüşlerine devam ettiler.

1918 ilkbaharı… Serejkalarda kâğıt oyunu oynayıp vakit geçirdikten sonra sokağa çıkan üç arkadaş o gün Korçagin’in bahçesine uğramak üzere her günkü yollarını değiştirmişlerdi. Otların üzerine uzandılar. Canları sıkılıyordu. Günlerini en iyi şekilde nasıl geçirebileceklerini düşünürken, yolun ilerisinden nal sesleri işitildi ve bir atlı gözüktü çok geçmeden. Şoseyi çitten ayıran hendeği bir sıçrayışta aşarak, nagaykasıyla8 Pavka ve Klimka’ya işaret etti: “Çabuk buraya gelin çocuklar! Çabuk!”

Çite koştular. Uzun bir yolculuğun tozuna gömülmüştü süvari. Arkaya itili kasketini kaim bir tabaka hâlinde kaplayan tozlar, asker elbiselerinin kıvrımlarına da sızmıştı. Sağlam bel kayışında kocaman bir tabanca gözüküyor ve iki el bombası sarkıyordu.

“Aslanlarım, su getirin bana!”

Pavka dörtnala koşarken süvari de kendisini korkusuzca inceleyen Serejka’ya sordu: “Söyle bakalım delikanlı, kimin elinde şehriniz?”

Haber vermeye bayılan Serejka soluk soluğa anlatmaya koyuldu: “Hiç kimsenin. Aşağı yukarı on beş gündür iktidarımız yok. Kendi iktidarımızı kurduk, kendi kendimizi savunuyoruz. Geceleri, küçük ekipler hâlinde biz nöbet tutuyoruz artık. Peki ya siz… Siz hangi partidensiniz?”

“Her şeyi bir anda öğrenmek istersen çabuk ihtiyarlarsın.” diye gülümsedi süvari ve Pavka’nın yetiştirdiği küçük testiyi bir dikişte boşaltarak, dizginlerini çekip atını şaha kaldırdı ve şehrin hemen ilerisindeki çam ormanına doğru dörtnala uzaklaştı.

“Kim olabilir acaba?” diye sordu Pavka.

Klimka omuz silkti. “Ne bileyim ben…”

Bu siyasi soruyu derhâl cevaplandırmak Serejka’ya düşecekti: “Öyle sanıyorum ki iktidar değiştireceğiz gene. Lehtinskiler neden dün gece toptan terk ettiler şehri? İşte bu yüzden. Zengin takımı tabanları yağladı mı aldanmayacaksın arkadaş! Partizanların gelmesi yakın demektir.”

Fikir o kadar inandırıcıydı ki Pavka’yla Klimka tereddütsüz kabul ettiler. Hâlâ oturmuş bu olayı konuşuyorlardı ki bir nal sesinin uğultusu kapladı ortalığı ve çocuklar gene çit tarafına koştular. Küçük korudan, orman bekçisinin evinin ardından dolanarak, adamlar ve yük arabaları geliyordu. On beş kadar süvari vardı önlerinde. Tüfeklerini eyerlerin üzerine enlemesine koymuşlardı. En başta, birisi oldukça yaşlı olmak üzere iki adam görünüyordu. İkincisi, üç arkadaşın biraz önce tanıdığı gözcüydü. Yaşlısı bir yağmurluk giymişti, kuşak yerine de kayış takmıştı. Asker ceketinin üzerinde kızıl bir şerit göze çarpıyordu ve bir dürbün süslemekteydi göğsünü.

Serejka bir zafer kazanmış gibi dirsekledi Pavka’yı. “Ne demiştim ben demin size? Kızıl şeridi görüyorsun değil mi? Partizanlar işte! Aldanıyorsam iki gözüm aksın, bal gibi partizan bunlar!”

Anlaşılmaz bir sevinç çığlığı, yani bir kazak çığlığı atarak çiti aştı ve göz açıp kapayıncaya kadar sokağa ulaştı. Arkadaşları da hemen arkasından yetişmişlerdi. Üçü bir arada, yolun kıyısında durup gelenleri seyretmeye koyuldular. Süvariler yaklaşıyordu. Onları tanıyan gözcü, bir baş hareketiyle bunu belirttikten sonra kamçısını Lehtinski’nin konağına doğru uzatıp sordu: “Kimin bu ev?”

“Avukat Lehtinski’nin.” diye cevap verdi Pavka, yetişebilmek için atın yanında seğirterek, “Çoluk çocuğunu toplayıp kaçtı dün akşam. Sizden ürkmüş olmalı.”

İki atlıdan yaşlı olanı gülümsedi: “Nereden biliyorsun kim olduğumuzu bizim?”

Kızıl kokarda baktı Pavka. “Ya bu ne peki?” dedi, “Kör müyüm ben!”

Şehir sakinleri sokağı doldurmuş, askerleri merak içinde seyrediyorlardı. Üç arkadaş da kaldırımın kenarında, kalabalığın itiş kakışına aldırış etmeksizin kızıl muhafızlara bakmaktaydılar. Toz içinde kalmış olan askerlerin yüzünde bir bıkkınlık okunuyordu. Birliğin elindeki tek top bir gök gürültüsü içinde uzaklaşıp mitralyöz arabaları da geçtikten sonra üç kafadar gene de onları izlemekten caymadılar. Nihayet şehrin merkezine ulaşan birlik konaklamaya karar verince evlerine döndüler.

***

Akşamleyin, kızılların kurmayı tarafından karargâh olarak seçilmiş bulunan Lehtinski’nin konağının büyük salonunda, güzel, oymalı bir ahşap masanın etrafında dört adam oturmuştu. Bunlar, askerî şûranın üç üyesiyle birliğin kumandanı Bulgakof yoldaştı.

Bulgakof, masanın üzerine yayılı bir bölge haritasında parmağını gezdirerek bazı hatları tırnağıyla çizip işaretliyor, bir yandan da karşısında oturan kocaman dişli, iri çeneli kişiyle konuşuyordu: “Ermaçenko yoldaş, demek sence hemen burada savaşa tutuşmamız lazım? Oysa ben yarın sabah da geri çekilmeye devam edelim diyorum. Hatta geceleyin yola çıkabilsek daha da iyi olurdu ama çocukların adım atacak hâli yok. Bu durumda yapılması gereken, Almanlar oraya ulaşmadan önce Kazatin’i tutmaktır. Elimizdeki kuvvetle direnmeye kalkmak gülünç bir iddia olur. Topu topu bir topla otuz mermi, iki yüz süngüyle altmış kılıç var elimizde… Karşımızdakilerin çok daha üstün olduğunu kendin söyledin. Gerçekten de önünde durulmaz bir biçimde, çığ gibi ilerliyor Almanlar. Hiç şüphesiz ki savaşacağız ama tıpkı bizim gibi geriye çekilmekte olan kızıl birliklere ulaştıktan sonra savaşalım diyorum. Bir de şu nokta var yoldaşlar. Bizim tek düşmanımız Almanlar değil, yolumuz üzerinde kol gezen karşı-devrimci haydutları da unutmayalım. Fikrim şu: Sabahleyin şafakla birlikte garın arkasındaki küçük köprüyü havaya uçurduktan sonra şehri terk etmek. O köprünün tamiri, Almanların iki gününü rahat alır. Böylece onların ilerleyişini biraz da olsa geciktirebiliriz. Ne dersiniz yoldaşlar? Karara varalım.”

Yanında oturan Strujkof, belli belirsiz geviş getirerek, bir haritaya, bir kumandana baktı ve güçlükle konuştu: “B… Be… Ben… Bu… Bu… Bulgakof’un fikrindeyim.”

Hazır bulunanların en genci ve bir işçi gömleği giymiş olan kişi de aynı görüşteydi: “Bence de Bulgakof haklı yoldaşlar.”

Tek başına kalan Ermaçenko -gündüz Pavka ve arkadaşlarıyla tanışmış olan süvariydi bu- öfkeyle başını salladı. “O zaman bu birliği kurmuş olmak neye yarar, söyleyin Tanrı aşkına! Topraklarımızı kavga dövüşsüz Almanlara teslim etmek için mi kurduk biz bu birliği? Ben savaşa girişmek gerekir derim. Gerilemekten bıktı insanlar. Bana kalırsa bir adım daha geri gitmeden burada savaşmalıyız.”

İskemlesini sert bir hareketle iterek doğruldu ve sinirli adımlarla salonu arşınlamaya başladı. Hafiften alaycı bir bakışla onu seyrediyordu Bulgakof. “Öyle gelişigüzel bir şekilde dövüşe girilmez ki Ermaçenko. Elimizdeki insanları apaçık bir bozgunun ortasına itip de yok ettiremeyiz. Ayrıca toplu tanklı koca bir alay var bizim ardımızda, gülünç oluruz! Çocukluğu bırak Ermaçenko yoldaş! Demek kararımız, yarın sabah yola çıkmak.”

Kumandan devam etti: “Bir nokta daha var yoldaşlar, o da irtibat meselesi. Geri çekilen son birlik biz olduğumuza göre cephe gerisindeki işleri organize etmek de bize düşer. Burası, demir yolu kavşağı olmak bakımından büyük önem taşıyor. Burada kalıp işi düzenleyecek, güvenilir bir yoldaş bulmamız lazım. Bizlerden biri olmalı bu, her şeye nezaret etmeli. Aday teklif edin.”

Ermaçenko masaya yaklaşmıştı. “Denizci Çukray bu iş için biçilmiş kaftan.” dedi, “Bir kere buranın yerlisi. İkinci olarak da tesviyeci ve montördür. Santralde rahatlıkla bir iş bulabilir kendine. Üstelik de Fedor’un bizlerden olduğunu kimse bilmiyor çünkü onu görmediler. Zaten kendisi ancak bu gece gelmiş olacak. Kafası işleyen bir çocuktur, göreceksiniz, durumu hemen düzenleyecektir. Bence ondan iyisini bulamayız.”

Bulgakof bir baş hareketiyle tasdik etti: “Bence tamam. Bir itirazınız var mı yoldaşlar? Yok!.. Öyleyse bu iş halloldu demektir. Buradaki çalışmaları Çukray düzenleyecektir. Kendisine gerekli şeyleri bırakacağız. Şimdi gündemdeki üçüncü ve son meseleye gelelim. Şehir deposundaki silahlar ne olacak? Koca bir tüfek stoku var depoda. Çar savaşlarından kalma aşağı yukarı yirmi bin kadar parça var. Bir çiftçinin hangarına yığmışlar, sonra da unutmuşlar, kimse bilmiyor. Hangarın sahibi haberdar etti beni, kurtulmak istiyormuş. Tabii Almanlara hediye edecek değiliz bu silahları. Bence yakalım. Hem de derhâl ateşe verelim ki şafak sökünceye kadar bitmiş olsun bu iş. Yalnız dikkatli olmalıyız, çünkü tehlike var. Silahların yığılı bulunduğu baraka, şehrin kenarındaki fakir mahallenin tam göbeğinde. Yangının etrafa sıçrama tehlikesi var.”

Strujkof’un uzun zamandır tıraş görmemiş ve bir kirpiyi andıran yüzü birdenbire dalgalandı: “Ne… Neden ya… Ya… Yakacakmışız sanki? Be… Be… Bence a… a… a… ha… ha… liye dağıtmak da… da… da… ha iyi.”

Bulgakof aniden ona dönmüştü. “Yani silahları ahaliye dağıtalım diyorsun?”

Sevinçle haykırdı Ermaçenko: “Bu doğru işte, çok doğru! İşçilere, ahaliye, herkese vermeliyiz silahları, isteyen alsın! Harika bir fikir diye buna derler! Almanlar kendilerini sıkıştırmaya kalkıştığı takdirde onları okşamaya yetecek kadar silah bulunmalı ahalinin elinde. Hiç şüpheniz olmasın ki Almanlar ahaliyi sıkıştıracaktır. Bardak taştığında da silahlar zuladan çıkar. Harika bir fikir bu Strujkof! Silah dağıtımı!.. Hatta bir kısmını da köye götürüp vermeli. Mujikler öteden beri bayılır bu güzel oyuncaklara. Almanlar hasada el koymaya gelince şenliği görün siz artık, hem de ne şenlik!”

Bulgakof kendini tutamayıp gülmüştü ama hemen ciddileşti: “Acele etme bakalım.” dedi, “Bir kere Almanlar gelir gelmez silahları teslim etme emri vereceklerdir. Ahali bundan korkar.”

“Belli olmaz.” diye itiraz etti Ermaçenko, “Hiç belli olmaz! Herkes de silahını teslim edecek değil ya! Kimisi verir kimisi saklar.”

Kumandan, soran gözlerle baktı ötekilere. Genç işçi, Ermaçenko ile Strujkof’un imdadına yetişmekte gecikmeyecekti: “Tereddüde mahal yok, derhâl dağıtalım.”

“Peki öyleyse.” dedi Bulgakof. Yalnız kalınca da Lehtinskilerin yatak odasına doğru yürüdü ve geniş yatağın üzerine kaputunu serip yerleşti.

***

Ertesi sabah Pavka, bir yıldır ateşçi çırağı olarak çalıştığı elektirik santralini terk ediyordu. Şehre hâkim olan alışılmadık canlılık hemen dikkatini çekti. Bir, iki ve hatta bazen üç tüfek sırtlamış insanlarla doluydu sokaklar. Hiçbir şey anlamadı Pavka. Yavaş yavaş kendine de bulaşan bu hareketliliğin sebeplerini düşünmeksizin hızlandı. Lehtinski’nin konağının orada bir gün önceki dostları, kızıl süvariler atlarına binmekteydiler.

Rüzgâr gibi daldı eve, elindekileri bir köşeye fırlattıktan sonra fırlayıp Serejka Bruzjaklarda aldı soluğu. Serejka’nın babası çarkçı yardımcısıydı ve şehrin öteki ucunda, babadan kalma, küçük bir evde oturuyorlardı. Serejka evde yoktu. İri yarı, kumral bir kadın olan annesi karşıladı Pavka’yı ve hemen dert yanmaya koyuldu: “Tanrı bilir nereye gittiğini alçağın! Gün doğmadan sıvışmış. Sanki şeytan dürtüyor, tövbe!.. ‘Silah dağıtıyorlar.’ dedi. Nerede dağıtıyorlar bilmem ama bizimki muhakkak oralarda dolanmaktadır. Bir güzel sopa lazım size, cennetten çıkma bir güzel dayak… Ele avuca sığmaz oldunuz çünkü. Bir karış boyunuza bakmadan silahlı, kavgalı işlere sokmaya başladınız burnunuzu. Söyle ona, eve eğer bir tek fişek getirecek olursa kafasını koparırım alimallah! Her türlü pisliği toplayıp getirecek başıma, sonra da hesabını benden soracaklar. Dur, sen bari koşturma, silah milah almaya kalkma sakın! Dur alçak, lafımı dinle!”

Çoktan uzaklaşmıştı Pavka. İki omzunda birer tüfekle ilerleyen bir adam gördü yolda ve hemen yaklaştı, “Nereden aldın bunları diyadya?”9

“Yukarıdan, Verkovina’dan. Herkese veriyorlar.”

Pavka gerisini dinlemeden fırladı. İkinci sokağı geçmişti ki süngüsü takılı bir piyade tüfeğinin ağırlığı altında iki büklüm ilerlemeye çalışan küçük bir oğlana tosladı.

“Nereden aldın bunu?”

“Birlikten dağıtıyorlar, okulun karşısında. Ama bir tane olsun kalmadı, hepsi bitti. Bütün gece sürdü dağıtım. Git bak inanmazsan, bütün sandıklar bomboş.” Sonra da ekledi gururla: “Bu benim aldığım ikinci tüfek.”

Haber perişan etmişti Pavka’yı. “Kör şeytan! Evde sürünmek yerine oraya gitmek varmış. Vaktinde açamadım ki gözümü!” diye söylendi kendi kendine. Sonra birdenbire parıldadı gözleri, hızla geriye dönüp üç sıçrayışta oğlana yetişti, çekip aldı tüfeği elinden ve itiraz kabul etmez bir tonla, “Sendeki bir tane sana yeter.” dedi, “Bu benimdir.”

Gündüz gözüyle uğradığı bu saldırı basbayağı öfkelendirmişti oğlanı, ağzı köpükler saçarak atıldı Pavka’nın üzerine. Ama Pav-ka atik bir sıçrayışla gerileyip süngünün ucunu çocuğa doğru çevirdi. “Geri bas, yoksa yanarsın!”

Küçük oğlan çaresizlik içinde ağlayarak ağzına gelen bütün küfürlerle hıncını boşaltırken, Pavka alabildiğine memnun bir şekilde, hızla koşmaktaydı. Ganimetini bir hangarın kirişlerinin altına güzelce yerleştirip gizledikten sonra da neşeli neşeli ıslık çalarak eve döndü.

***

Şepetovka gibi küçük kasabalarda yaz akşamlarının güzelliğine doyum olmaz. Bu kasabaların kenar mahallelerinde, köylerin o büyüleyici havasını bulursunuz daima. Böyle akşamlarda bütün gençlik sokağa dökülür. Kızlı erkekli herkes evlerin merdivenlerinde, bahçelerde, çitlerin ardında, yollarda, inşaat için oraya buraya yığılmış kalasların yanında, kalabalık topluluklar ya da sarmaş dolaş çiftler hâlinde gezinir. Gülüşmeleriyle çınlatırlar ortalığı ve türküler fışkırır aniden dudaklarından. Yaz kokularıyla dolu hava, gökyüzünün ebegümeci rengi derinliğinde ürperir gibiydi. Ateş böcekleri gibi parıldıyordu yıldızlar ve kaygısız bir ses yankılanarak yükseliyor, uzakta sönüyordu.

Akordeona karşı bir zaafı vardı Pavka’nın. Dizlerinin üzerindeki alete sevgiyle sarılmıştı. Parmakları tuşlara değer değmez notalar inlemeye başlıyor, ateşli bir şarkı yükseliyor ve titreyip dalgalanıyordu havada.

Nasıl da gayrete gelip coşmuştu akordeon! Direnip de dans etmemek mümkün değildi. Türkünün ahengine çoktan kaptırmışlardı kendilerini. Hayat bu, yaşanacaktır elbette!

Ama o akşamki neşeye gerçekten diyecek yoktu. Pavkaların evinin yanında yığılı duran kalasların üzerinde, şakacı ve gürültücü gençler görülüyordu. İçlerinde en gür seslisi olan Galoçka hepsini bastırarak ortalığı çınlatmaktaydı. Taş yontucusuydu babası Galoçka’nın, onlarla komşuydular. Dansa ve türkülere karşı sınırsız bir düşkünlüğü vardı bu kızın ve birlikte bulunduğu erkek arkadaşları da bunu bildiklerinden en küçük bir vesileyle Galoçka’yı kollarından yakalayıp başı dönünceye kadar fırıldak gibi çevirmeye koyulurlardı. Kızcağız da hiçbir vakit nazlanmaz, o sıcak ve derinden kopup gelen alto sesiyle türkü üstüne türkü tuttururdu.

Pavka biraz ürkerdi Galoçka’dan. İğneli konuşmaktan hoşlanırdı çünkü alçak, başarırdı da… İşte şimdi de hemen oğlanın yanı başına oturup yerleşmişti oracıkta, aynı kalasın üzerinde. Ve birdenbire sarılıp kollarının arasında sıktı Pavka’yı, sonra da bir kahkaha atarak, “Bana bak değerli çalgıcı!” dedi. “Böyle çocuk denecek kadar genç olman, benim için ne büyük bir şanssızlık, bilir misin! Harika bir koca olurdun yoksa bana, çünkü seviyorum seni. Tanrı aşkına, akordeonculara hiç dayanamam! Büyülenirim âdeta, yüreğim parçalanır, elimde değil…”

Yüzünün kıpkırmızı kesildiğini hissetti Pavka. Neyse ki gecenin karanlığında hiç kimse farkına varamayacaktı bunun. Sıyrılıp kurtulmak istedi kızdan ama Galoçka onu sımsıkı sarmış, bırakmıyordu.

“Kaçma sevgilim benden!” diye haykırdı gülerek, “Ne biçim nişanlısın aptal!”

Pavka telaşlanmıştı birden. Galoçka’nın iri memelerini hissediyordu omzunda ve içi fokurduyor gibi oluyordu. Etraflarından yükselen kahkahalar, sokağı alışılmadık bir çınlamaya boğmaktaydı.

Acemice bir hareketle kurtulmaya çalıştı Pavka. “Öteye git biraz.” dedi, “Rahatsız ettiğini görmüyor musun beni, çalmama engel oluyorsun üstelik!”

Yeniden yükselen gülüşmelere şakalar da karışıyordu.

Marusyal, “Hüzünlü bir şey çalsana bize Pavka.” dedi, “Hani o iç paralayıcı nağmeler vardır ya, işte onlardan.”

Yavaşça gevşeyip genişledi akordeonun körüğü. Pavka arayıp buldu notaları birer birer ve Ukraynalı yüreklerde yer etmiş, o herkesin ezbere bildiği melodilerden biri başladı. İlkin Galina yakaladı nağmeyi, sonra da Marusya katıldı türküye ve bütün gençlerin dudaklarından fışkıran ezgi tatlı bir rüzgâr gibi dalgalanıp uçtu ormana doğru…

Artem’in sesi yükseldi birden: “Pavka!”

Pavka derhâl akordeonu katlayıp kayışlarını çıkardı. Marusya yalvarmaya başlamıştı: “Hemen gitme ne olur, bir parça kalabilirsin pekâlâ!”

“Yarın görüşürüz.” dedi Pavka, “Ağabeyim çağırıyor.”

Sokağı koşarak geçip hızla eve daldı. Masanın etrafında Artem, arkadaşı Roman ve bir de Pavka’nın hiç görmediği bir yabancı vardı. Nasırlı elini Pavka’ya uzattı yabancı ve Artem sordu: “Sizin santraldeki montör hastalandı diyordun, değil mi Pavka? Yarın birini almak isterler mi? Kabul edecek olurlarsa hemen eve gelip bana haber ver.”

“Rahatsız olmasına lüzum yok.” diye söze karıştı yabancı, “Kendim bizzat giderim daha iyi, patronla yüz yüze konuşmuş olurum. Yalnız Pavka bana yolu göstersin yeter.”

Pavka meseleyi kavramıştı, açıklama yaptı: “Bir montöre ihtiyaç var, evet. Stankoviç hastalığından ötürü gelemediği için bütün gün çalışmadı santral. Tifo olmuş. Patron iki kere kendisi denedi, olmadı. Bir başkasını da bulmak istediler ama bulamadılar. Elinde bir tek ateşçi vardı, işte bunun için de makinaları çalıştırmaya cesaret edemedi bir türlü.”

“Bu iş oldu demektir!” diye atıldı yabancı, “Yarın geçerken alırım seni.”

Gri ve sakin bakışlı gözleri takılmıştı Pavka’nın gözlerine. Bu güvenli ve keskin bakış karşısında bir tedirginlik duydu Pavka. Adamın sırtındaki, yukarıdan aşağıya ilikli, renksiz ceket, omuzlarına dar geldiği hemen belli olacak kadar gergindi. Adaleli, kalın bir boynu ve çam yarmasını andıran sağlam bir gövdesi vardı. Yabancıyla tokalaşırken, “Güle güle Çukray.” dedi Artem, “Yarın bekliyoruz.”

***

Almanlar, kızıl birliğin ayrılışından üç gün sonra girdi kasabaya. Önce bir lokomotif düdüğü işitildi, sonra da haber fırtına gibi sardı ortalığı bir anda: “Almanlar geldi!”

Çiğnenmiş bir karınca yuvası gibi kaynaşıyordu Şepetovko. Almanların er geç geleceğini herkes biliyor ve bekliyordu ama gene de inanılmaz bir olaydı bu. İşte şimdi Almanlar korku verici birer masal insanı olmaktan çıkıp vücut bulmuşlardı. Artık oralarda bir yerlerde değil, burada, karşılarındaydılar.

Kasaba sakinleri sokağa çıkmayı göze alamayarak, yol boyunca çitlerin arkasına sıralanıp çivilenmiş bir şekilde seyretmekteydiler.

Birbirinin ardı sıra ve teker teker ilerliyordu Almanlar. Yolun ortasını boş bırakıp duvarların kenarından yürüyorlardı. Koyu yeşil üniforma vardı üzerlerinde. Tüfeklerini ellerinde tutuyorlardı ve parmakları tetikteydi hep. Geniş süngüler sarkıyordu tüfeklerinden. Başlarındaki çelik miğferlerin ve omuzlarına asılı kocaman sefer çantalarının ağırlığı altında neredeyse iki büklüm olmuşlardı ve ardı arkası kesilmez bir şerit hâlinde gardan kasabaya doğru ilerlemekteydiler. En küçük bir direnci derhâl boğmaya hazır oluşlarından belliydi ürktükleri. Oysa hiç kimse direnecek durumda değildi.

Mavzerlerle donanmış iki subay yürüyordu en önde. Yolun ortasından da başında papaka10 dediğimiz mavi bir Ukrayna jupan’ı taşıyan starşina11 yani tercüman ilerliyordu.

Askerler şehrin meydanına dört köşe bir topluluk hâlinde yığıldılar. Trampet sesleri kapladı ortalığı ve biraz güvene kavuşmuş olan kasabalılar yavaş yavaş meydana toplandı. Eczanenin peronuna çıkan ataman12 yüksek sesle ve tane tane, Binbaşı Korf’un emirnamesini okudu. Emirname şöyleydi:

AHALİNİN BİLGİSİNE

1. Bu şehrin bütün sakinlerine, elleri altında bulunan bütün silahları, en geç yirmi dört saatlik bir mühlet zarfında teslim etmelerini emrediyorum. Emre uymayanlar ölüm cezasına çarptırılacaktır.

2. Şehirde sıkıyönetim ilan edilmiştir. Akşam sekizden sonra sokağa çıkmak kesinlikle yasaktır.

Şehrin Askerî Kumandanı
(imza)
Binbaşı KORF

Alman kurmayı, kendilerine barınak olarak, ihtilalden beri İşçi Delegeleri Komitesi tarafından işgal edilen belediye binasını seçmişti. Girişindeki nöbetçinin başında çelik miğfer yerine, imparatorluk kartalıyla süslü bir tören şapkası vardı. Hemen yanındaki avluya, kasaba sakinleri tarafından getirilen silahları yerleştirmek üzere bir depo hazırlanmıştı. Ölüm cezasını işitince ödü kopan ahali, elindeki bütün silahları teslim ediyordu.

Depoya gidip de kendilerini göstermekten ürken bazı kasabalılar, gecenin karanlığından faydalanıp, evlerinde silah namına ne varsa sokaklara boşaltmışlardı. Bunlar, sabahleyin kol gezen Alman askerleri tarafından bir bir kaldırılıp toplandı. Öğle vakti ganimetlerinin sayımına girişen Prusyalılar, on dört bin tüfek teslim edilmiş olduğunu gördüler. Verilmeyen altı bin tüfek kalmıştı. Almanlar vakit kaybetmeden toplu hâlde aramaya giriştiler. Ama bu aramadan çıkan sonuç pek de parlak olmadı.

Ertesi sabah şafak sökerken şehir dışındaki eski Yahudi mezarlığının kıyısında iki demir yolu işçisi kurşuna dizildi. Akşamki arama sırasında, evlerinde silah bulunmuştu…

***

Haberi alır almaz eve koştu Artem. Bahçede karşılaştığı Pavka’yı omuzlarından yakalayarak ısrarlı bir şekilde sordu: “Kızılların dağıtmış olduğu silahlardan getirmiş miydin eve?”

Elinden silahını kaptığı o küçük çocukla aralarında geçenleri söylemek istemedi Pavka, ama ağabeyine yalan söylemek hoşuna gitmedi ve itiraf etti.

Hemen hangara yöneldiler. Kirişlerin altında gizli tüfeği çıkardı Artem, namlu dibi ile süngüyü alıp tüfeğin dipçiğini bir vuruşta parçaladıktan sonra kalıntıları ilerideki boş bir tarlaya fırlattı. Süngüyle namlu dibini de avludaki helanın kuburuna attı.

“Artık küçük bir çocuk değilsin Pavka, silah saklamanın şakaya gelmediğini anlaman gerek. Son derece ciddi olarak söylüyorum, hiçbir şey getirmeyeceksin eve. Canıma susamadım ben ve beni inandırabileceğini de aklından çıkar. Unutma ki eğer bizim evde bir şey bulacak olurlarsa seni değil, beni kurşuna dizerler!”

Pavka söz verdi. Tam avludan geçip de sokağa çıkmak üzereydi ki Lehtinskilerin konağının önünde körüklü bir arabanın durduğunu gördü. Avukatla karısı indiler arabadan, onları da çocukları Neli ile Viktor izledi.

“Küçük kuşlar yuvaya dönüyor işte!” diye mırıldandı Artem hınçla, “Yahudi bayramı başlıyor demek!”

Pavka farkına varmadan, dev yapılı montörle aralarında sıkı bir dostluk kurulmuştu. Aşağı yukarı bir aydan beri elektrik santralinde birlikte çalışmaktaydılar. Çukray, ona ateşçi yardımcısının neler yapması gerektiğini gösteriyordu, onu yetiştiriyordu sözün kısası. Becerikliliği sayesinde denizcinin sonsuz sempatisini kazanmıştı Pavka.

Çukray gittikçe daha sık gelmeye başlamıştı Artemlere. Tatil günlerinin hemen hemen tümünü onların evinde geçiriyordu. Bu rahat ve aklıselim denizci, kendisine hayat ve sefalet hakkında anlatılan bütün hikâyeleri sabırla dinliyor, Pavka’nın afacanlıklarından korkuya kapılan annesinin bitip tükenmek bilmez yakınmalarına karşı da daima yatıştırıcı bir tavır takınıyordu. Cesaret veriyordu Marya’ya.

Günlerden bir gün, fabrikanın avlusundaki odun yığınlarının ortasında durdurdu Pavka’yı Çukray ve gülümseyerek, “Biliyor musun…” dedi, “Annen en çok senin kavgacılığından şikâyetçi. ‘Horoz gibi dövüşken!’ diyor senin için.”

Bir an durduktan sonra, yine gülerek devam etti: “Kavga kötü bir şey sayılmaz yavrum. Hatta zaman zaman dövüşmek insana faydalıdır da. Yalnız, kime karşı ve niçin dövüştüğünü bilmek şartıyla…”

Adamın kendisiyle alay mı ettiğini, yoksa ciddi mi konuştuğunu kavrayamamış olan Pavka homurdandı: “Kavgacı olduğum doğru. Ama ben hiçbir zaman gelişigüzel dövüşmem, namusumla dövüşürüm hep.”

“İster misin sana kaidesiyle dövüşmeyi öğreteyim?”

Bu damdan düşer gibi gelen soru karşısında afallayan Pavka, denizciye şaşkın şaşkın baktı. “Kaidesiyle mi? Nasıl?”

“Şimdi görürsün.”

Pavka hayatında ilk defa İngiliz boksu dersi aldı. Gerçi bunu öğrenmek pahalıya mal oldu ona ama kısa zamanda da hayranlık verici bir ustalığa erişecekti bu konuda Çukray’ın ağır yumruğunu yiyip yerlerde yuvarlanmaya aldırış etmeyerek sabırlı ve dikkatli bir çalışmaya girmişti.

6.Bund: Yahudi Sosyalist Partisi
7.Frontovik: 1917’de cepheden kaçan Rus askerleri. Bunların, kısmen moral bozukluğundan, kısmen de “devrimci başkaldırı” söylemine uyarak kitle hâlinde kaçışları, kısa süre sonra emperyalist harbe karşı bir mücadele anlamını kazanacaktır.
8.Nagayka: Kazak kırbacı.
9.Aynı zamanda amca ve dayı anlamına gelen “diyadya”, yakınlık duyulan, yabancı ve yaşlı erkekler için de kullanılır.
10.Papaka: Kazakların yün başlığı.
11.Starşina: Köy topluluğunun reisi, bir çeşit muhtar.
12.Ataman ya da hetman: Kazak reisi.
41 458,10 soʻm
Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
11 iyul 2023
ISBN:
978-605-121-895-3
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi