Kitobni o'qish: «Onurun Bedeli », sahifa 4

Shrift:

“Ne yapıyorsun?” diye sordu Marco Alec’e. “Hepimiz aynı amacı paylaşıyoruz. Bu çılgınlık.”

“Tam da bu yüzden ellerinde çöple savaşmalarına izin veremem” diye yanıtladı Alec.

Alec kırık kılıcı yere attı ve beline uzanıp kendi uzun kılıcını çıkarttı.

“Bu da benim el işçiliğim” dedi yüksek sesle. “Bunu babamın demirci ocağında kendim dövdüm. Görebileceğiniz en iyi el işçiliği.”

Alec aniden kılıcı döndürüp kesici tarafından tuttu ve kabzasını Fervil’e uzattı.

Gergin bir sessizlik içindeki Fervil’in böyle bir hareket beklemediği anlaşılıyordu. Aşağı baktı, kılıcın kabzasını kavradı. Alec tamamen savunmasız kalmıştı ve Fervil bir an kılıcı Alec’e saplamamak için kendini zor tutuyor gibi göründü.

Fakat yerinden kıpırdamadan, gururla ve korkusuzca durdu.

Yavaşça Fervil’in yüzü yumuşadı. Alec’in kendisini tamamen savunmasız bırakmış olduğunu fark etmişti ve artık ona daha bir saygılı bakıyordu. Kılıcı elinde tutup dikkatle inceledi. Eliyle şöyle bir tarttı ve havaya kaldırıp ışığa tuttu. Sonunda, uzun bir süreden sonra Alec’e baktı. Etkilenmişti.

“Senin el işçiliğin mi?” diye sordu inanmaz bir ses tonuyla.

Alec başıyla onayladı.

“Ve daha fazlasını da yapabilirim.”

Bir adım öne attı ve Fervil’e baktı. Gözlerinde büyük bir yoğunluk vardı.

“Pandesialıları öldürmek istiyorum” dedi Alec. “Ve bunu gerçek silahlarla yapmak istiyorum.”

Fervil başını sallayıp gülümseye başlayana kadar dükkânın içinde uzun ve ağır bir sessizlik oldu.

Fervil kılıcı indirdi ve bir elini Alec’e uzattı, Alec de ona uzatılan eli kavradı. Yavaşça diğer oğlanlar da kılıçlarını indirdiler.

“Sanırım” dedi Fervil, gülümsemesi genişlerken “senin için bir yer ayarlayabiliriz.”

BÖLÜM SEKİZ

Aidan boş orman yolunda yürüyordu, hala her yerden hiç olmadığı kadar uzaktı ve kendini dünyada yapayalnız hissediyordu. Eğer yanında Orman Köpeği olmasaydı perişan halde ve umutsuz olurdu; fakat elini onun kısa beyaz tüyleri üzerinde gezdirirken Beyaz, çok kötü şekilde yaralı olmasına rağmen Aidan’a güç veriyordu. İkisi de topallıyordu, ikisi de arabanın sürücüsüyle girdikleri şiddetli kapışmada yaralanmıştı ve hava kararırken, attıkları her adım onlara acı veriyordu. Topallayarak attığı her adımda Aidan, bir daha o adamı görecek olursa kendi elleriyle onu öldürmeye yemin ediyordu.

Yanından yürüyen Beyaz inledi ve Aidan uzanıp köpeğin başını okşadı. Bu, bir köpekten daha vahşi bir yaratıktı ve boyu neredeyse Aidan’la aynıydı. Aidan hayvanın yalnızca yol arkadaşlığı için değil aynı zamanda gerçekten hayatını kurtarmış olduğu için de ona minnettardı. İçinde bir şey onu öylece bırakmasına izin vermediği için Beyaz’ı kurtarmıştı ve hemen ardından ödülünü kendi canının kurtulması olarak almıştı. Aynı durum tekrar başına gelse yine aynı şeyi yapardı; bu, ıssızlığın ortasında, kimsenin bilmediği bir yere atılmak, açlık yüzünden ölmek anlamına gelse bile… Yine de buna değerdi.

Beyaz yeniden inledi. Aidan onun açlık nedeniyle yaşadığı sıkıntıyı paylaşıyordu.

“Biliyorum Beyaz” dedi Aidan. “Ben de açım.”

Aidan Beyaz’ın hala kanayan yaralarına baktı ve başını salladı. Kendini berbat ve çaresiz hissediyordu.

“Sana yardım edebilmek için her şeyi yaparım” dedi Aidan. “Keşke nasıl yapabileceğimi de bilseydim.”

Aidan uzanıp hayvanın başının üzerini öptü, kürkü yumuşaktı. Beyaz da başını Aidan’a yasladı. Bu ölüm yolunda iki kişinin son kucaklaşması gibiydi. Gittikçe karanlığa gömülen ormanın her yanından vahşi yaratıkların sesleri bir senfoni halinde yükseldi. Aidan kısa bacaklarının yandığını hissetti ve daha fazla ilerleyemeyeceklerini, orada ölüp gideceklerini düşünmeye başladı. Hala her yere günlerce mesafedelerdi, gece çöküyordu ve orada kırılgan bir durumdalardı. Beyaz ne kadar güçlü bir yaratık olsa da herhangi bir şeyle savaşabilecek durumda değildi ve silahsız ve yaralı durumda olan Aidan’ın da durumu pe parlak değildi. Saatlerdir tek bir araba geçmemişti ve Aidan daha günlerce de geçmeyebileceğinden endişe ediyordu.

Aidan babasın düşündü, ülkenin bir yerindeydi ve babası kendisini yüzüstü bırakmış gibi hissetti. Aidan, hiç olmazsa babasının yanında büyük bir amaç için savaşırken veya evinde, Volis’in konforunda ölüyor olmayı diledi. Attığı her adım onu ölüme daha da yaklaştırıyordu.

Aidan o güne kadar yaşadığı kısacık hayatını gözden geçirdi, tanıdığı ve sevdiği herkesi düşündü, babası, ağabeyleri ve en çok da ablası Kyra’yı… Ablasını merak etti, acaba o neredeydi, Escalon’u geçebilmiş miydi, Ur yolculuğunu sağ salim bitirebilmiş miydi? Ablasının da onu bir kez olsun düşünüp düşünmediğini merak etti, onunla gurur duyuyor muydu? O da ablasının izlerini takip etmeye, kendi yöntemiyle babasının davasına yardımcı olmak için Escalon’u geçmeye çalışıyordu. Büyük bir savaşçı olabilecek kadar yaşayıp yaşayamayacağını merak etti ve ablasını bir daha asla göremeyecek olmak onu derinden üzdü.

Aidan her adımıyla daha da battığını hissetti ve yaraları ve bitkinliğine teslim olmaktan başka yapacak bir şey kalmadığına karar verdi. Git gide daha da yavaşlıyordu ve Beyaz’a baktığında onun da bacaklarını sürüyerek yürüdüğünü gördü. Kısa süre sonra da yere yatıp, her ne olursa olsun yolun ortasında öylece durmaya başlayacaklardı. Bu berbat bir durumdu.

Aidan kendinden geçmek üzereyken bir şey duyduğunu sandı. Durdu ve Beyaz da durup soru sorar gibi kendisine bakarken dikkatle dinledi. Aidan umutlandı ve dua etti. Yoksa gaipten sesler mi duyuyordu?

Derken ses tekrar duyuldu. Bu kez emindi. Tekerlek gıcırtısı. Ağaç sesi, demir sesi; bu bir arabaydı.

Aidan arkasını dönüp gözlerini kısarak çökmekte olan karanlığı tararken kalbi tekledi. Başta hiçbir şey görememişti. Fakat sonradan yavaşça, bir şeyin görünür hale gelmeye başladığından emin oldu. Bir araba. Birçok araba.

Aidan’ın yüreği ağzındaydı, gümbürtüyü hissedip, atların sesini duyarken heyecanının güçlükle kontrol edebiliyordu. Bir kervanın onlara doğru yaklaştığını gördü. Fakat heyecanı bir anda söndü; gelenler dost olmayabilirdi. Sonuçta, her yerden bu kadar uzak bu uzun, kıraç yoldalardı. Bu yolda kim yolculuk ediyor olabilirdi ki? Savaşabilecek durumda değildi ve göstermelik bir şekilde hırlayan Beyaz’ın da savaşabilecek hali yoktu. Yaklaşan her kimse onların insafına kalmışlardı. Bu korkutucu bir düşünceydi.

Arabalar yaklaşırken ses sağır edici derecede yükseldi. Aidan saklanamayacağını fark edip yolun ortasında cesur bir şekilde durdu. Şansını denemek zorundaydı. Kervan yaklaşırken Aidan müzik duyduğunu sandı ve merakı iyice arttı. Arabalar hızlanmıştı ve bir an için Aidan üzerinden geçip gideceklerini düşündü.

Derken aniden tüm kervan yavaşladı ve yolu kapatmış olduğu için tam önünde durdu. Etraflarındaki toz yere inerken, arabalardaki insanlar ona baktılar. Aidan, elli kişi kadar olan gruba gözlerini kırpıştırarak baktı ve bunların asker olmadıklarını görüp şaşırdı. Saldırgan gibi de görünmüyorlardı ve bu durum Aidan’ı rahatlattı. Arabaların farklı yaşlarda, kadınlı erkekli, birçok insanla dolu olduğunu gördü. Birinde müzisyen görünümlü insanlar vardı, ellerinde birçok farklı enstrüman vardı. Bir diğeri ise jonglör veya komedyen gibi görünen insanlarla doluydu. Yüzleri parlak renklerle boyanmıştı ve parlak renkli taytlar ve tunikler giyiyorlardı. Bir başka arabada da oyuncular var gibiydi. Tiyatro oyunu kostümleri giymiş olan bu insanların ellerinde parşömenler vardı. Bunlar büyük ihtimalle prova metinleriydi. Bir arabada ise üzerlerinde neredeyse hiç kıyafet olmayan, yüzleri aşırı makyajlı kadınlar vardı.

Aidan kızarıp başını başka tarafa çevirdi; bu tip bir şeye bakmak için henüz çok genç olduğunu biliyordu.

“Hey delikanlı!” diye seslendi biri. Bu, parlak kırmızı, oldukça uzun sakalları beline kadar inen, dostane bir şekilde gülümseyen, farklı görünümlü bir adamdı.

“Bu yol sana mı ait?” diye sordu bir jestle birlikte.

Tüm arabalardan kahkahalar yükseldi ve Aidan kızardı.

“Siz kimsiniz?” diye sordu Aidan afallamış bir şekilde.

“Bence doğru soru, asıl sen kimsin” olmalı diye seslendi adam. Beyaz onlara hırlarken, korkuyla ona baktılar. “Ayrıca bir Orman Köpeğiyle ne işin var? Onların seni öldürebileceğini bilmiyor musun?” diye sordular korku dolu bir sesle.

“Bu öyle değil” diye yanıtladı Aidan. “Siz…gösteri mi yapıyorsunuz?” diye sordu, hala meraklıydı ve orada ne aradıklarını öğrenmek istiyordu.

“Yaptığımız iş için kibar bir kelime!” diye seslendi arkadan biri kahkahaya boğulurken.

“Bizler aktörler ve oyuncular ve jonglörler ve kumarbazlar ve müzisyenler ve palyaçolarız!” dedi bir başkası.

“Ve yalancılar ve hergeleler ve fahişeleriz!” dedi bir kadın ve hepsi yeniden kahkaha attı.

Kahkahalar artarken biri bir arpın tellerine vurdu ve Aidan kızardı. Bunlar gibi insanlara karşılaştığı bir anıyı hatırladı; o zaman daha küçüktü ve Andros’ta yaşıyordu. Tüm o gösteri yapan insanların başkente akın edip, kralı eğlendirişini hatırladı; parlak renkli yüzlerini, döndürdükleri bıçakları, adam yiyen kürkü, şarkılar söyleyen kadını ve saatler sürüyormuş gibi hissedilen şiirler okuyan bir ozanı hatırladı. Birinin neden böyle bir hayat yolunu tercih edip, savaşçı olmak istemediğini anlayamayıp kafasının karıştığını hatırladı.

Aniden bir şeyin farkına vardı ve gözleri parladı.

“Andros!” diye bağırdı. “Siz Andros’a gidiyorsunuz!”

Bir adam arabalardan birinden yere inip yanına geldi. Bu kırklı yaşlarında, şişkin bir karnı, tıraşsız, kahverengi sakalı ve aynı dağınıklıkta saçları olan, iri bir adamdı ve yüzünde dost canlısı bir gülümseme vardı. Aidan’ın yanına geldi ve bir kolunu babacan bir tavırla Aidan’ın omzuna koydu.

“Buralarda olmak için çok gençsin” dedi adam. “Kaybolduğunu söyleyebilirdim fakat senin ve köpeğinin yaralarınızdan, sadece kaybolmakla kalmamış olduğunuzu düşünüyorum. Görünüşe bakılırsa kendini bir belaya sokmuşsun ve o bela epey derinmiş. Ve tahminime göre” dedi adam Beyaz’ı endişeli bir şekilde inceleyerek “bunlar, sen bu yaratığa yardım etmek istediğin için olmuş.”

Aidan, ne kadar ne anlatması gerektiğini bilemediğinden sessizliğini korurken, Beyaz, onu şaşırtacak şekilde, gidip adamın elini yaladı.

“Ben kendime Motley diyorum” diye ekledi adam bir elini uzatırken.

Aidan endişeli bir şekilde adama baktı. Elini sıkmak yerine geriye bir adım attı.

“Benim adım Aidan” dedi.

“Siz ikiniz burada kalıp, açlıktan ölmeyi bekleyebilirsiniz” diye devam etti Motley “fakat bu ölmek için hiç de eğlenceli bir yol değil. Şahsen ben, önce güzle bir yemek yemeyi isterim. Daha sonra ölmek için başka bir yol bulunur.”

Ekiptekiler kahkahaya boğulurken, Motley’in eli hala havadaydı ve nazik ve şefkatli bir şekilde Aidan’a bakıyordu.

“İkiniz bu kadar yaralıyken bir yardım eline ihtiyacınız olacağını düşünüyorum” diye ekledi.

Aidan, babasının ona öğrettiği gibi, zayıflık belirtisi göstermek istemez bir şekilde gururlu bir biçimde durdu.

“Biz burada gayet iyiyiz” dedi Aidan.

Motley ekibine yeni bir kahkaha dalgasında öncülük etti.

“Eminim öyledir” dedi.

Aidan şüpheli bir şekilde adamın eline baktı.

“Ben Andros’a gidiyorum” dedi Aidan.

Motley gülümsedi.

“Biz de öyle” dedi. “Ve şanslıyız ki şehir sadece biz gidince dolmayacak kadar büyük.”

Aidan tereddüt etti.

“Bize bir iyilik yapıyor olacaksın” dedi Motley. “Fazladan ağırlık işimize yarayabilir.”

“Ve beslenmesi gereken bir başka boğaz!” diye bağırdı kalabalığın içinden bir soytarı ve gülmeye başladı.

“Pekâlâ…” dedi Aidan. “Eğer size bir iyilik yapıyor olacaksam…”

Aidan Motley’in elini tuttu ve kendini arabaya çekilirken buldu. Adam Aidan’ın beklediğinden daha kuvvetliydi. Giyimine bakılırsa bir saray soytarısı olmalıydı. Sıcak ve etli elleri Aidan’ınkilerin iki katıydı.

Motley daha sonra uzanıp Beyaz’ı aldı ve arabanın arkasına, Aidan’ın yanına nazikçe bıraktı. Beyaz, samanların arasında Aidan’ın yanına kıvrıldı, başı çocuğun dizindeydi ve gözleri tükenmişlik ve acıdan yarı açıktı. Aidan bu hissi çok iyi anlıyordu.

Motley de arabaya tekrar binince sürücü kırbacını şaklattı ve kervan yeniden yola koyuldu. Müzik tekrar çalmaya başladığında herkes neşelenmişti. Bu neşe verici bir şarkıydı, kadınlar ve erkekler arpların tellerini çekiyor, flüt ve zil çalıyordu ve birçok insan, Aidan’ı şaşırtacak şekilde, hareket halindeki arabaların içinde dans ediyordu.

Aidan daha önce hiç bu kadar neşeli bir grup insanla karşılaşmamıştı. Tüm hayatını savaşçılarla dolu bir kalenin kasvet ve sessizliği içinde geçirmişti ve bütün bunlara ne anlam vereceğini bilemiyordu. Biri nasıl olup da bu kadar mutlu olabilirdi? Babası ona hep hayatın ciddi bir şey olduğunu öğretmişti. Tüm bunlar önemsiz değil miydi?

Tümsekli yolda ilerlerlerken Beyaz acıyla inledi ve Aidan başını vurdu. Motley yanlarına geldi ve Aidan’ı şaşırtan bir şekilde köpeğin yanında diz çöküp yaralarına yeşil bir merhem sürerek kompres uyguladı. Yavaş yavaş Beyaz’ın inlemesi kesildi ve Aidan Motley’in yardımı için ona minnettar oldu.

“Sen kimsin?” diye sordu Aidan.

“Açıkçası birçok isim aldım” dedi Motley. “En iyisi ‘aktör’ oldu. Daha sonra ‘dolandırıcı’, ‘soytarı’, ‘şaklaban’… liste uzayıp gidiyor. Bana nasıl istersen öyle hitap edebilirsin.”

“Öyleyse sen bir savaşçı değilsin” dedi Aidan hayal kırıklığına uğramış bir şekilde.

“Savaşçı” diye tekrarladı Motley, başını merak içinde sallayarak. “Bana hiç bu şekilde hitap edilmedi. Ben de hiçbir zaman bu şekilde anılmayı istemedim.”

Aidan kaşlarını çattı, idrak edemiyordu.

“Ben savaşçı bir soydan geliyorum” dedi Aidan gururlu bir şekilde, acısına rağmen göğsünü gererek. “Babam muhteşem bir savaşçıdır.”

“Öyleyse senin için üzgünüm” dedi Motley, hala gülüyordu.

Aidan’ın kafası karışmıştı.

“Üzgün müsün? Neden?”

“Bu bir cezadır” diye yanıtladı Motley.

“Bir ceza mı?” dedi Aidan. “Hayatta bir savaşçı olmaktan daha harika bir şey yoktur. Tek hayalim bir savaşçı olmak.”

“Öyle mi?” dedi Motley memnun bir şekilde. “O halde senin için iki kat üzgünüm. Bence ziyafet çekmek, gülmek, güzel kadınlarla yatmak olabilecek en harika şeyler; hatta ülkede gezinip bir başkasının midesine kılıç saplamayı ummaktan çok daha iyi.”

Aidan kızardı, sinirlenmişti; daha önce kimsenin savaş hakkında bu şekilde konuştuğunu duymamıştı ve alındı. Daha önce hiç kendisine bu kadar uzak biriyle tanışmamıştı.

“Senin hayatında onurun yeri yok mu?” diye sordu Aidan kafası karışmış şekilde.

“Onur mu?” diye sordu Motley, gerçekten şaşırmış gibi görünüyordu. “Bu, uzun zamandır duymadığım bir kelime ve senin gibi genç biri için de fazlasıyla büyük.” Motley iç geçirdi. “Onur diye bir şeyin varlığına inanmıyorum; en azından ben görmedim. Bir seferinde onurlu biri olmayı düşündüm fakat bana hiçbir şey getirmedi. Ayrıca, üçkâğıtçı kadınlara av olan birçok onurlu adam gördüm” diye sözlerini bitirdi ve arabadaki diğer herkes kahkaha attı.

Aidan etrafına baktı ve tüm o dans eden, şarkı söyleyen ve sürekli içki içen insanları inceledi. Bu grupla yolculuk yapmak konusunda karmaşık duygular içine girmişti. Bu insanlar kibar insanlardı fakat hiçbiri bir savaşçı hayatı yaşamayı düşlemiyordu, hiçbiri kendini mertliğe adamamıştı. Onu aldıkları için minnettar olması gerektiğini biliyordu ve zaten öyleydi de fakat onlarla yolculuk yapmak hakkında ne hissetmesi gerektiğini bilemiyordu. Bunlar kesinlikle babasının iş yapacağı türden insanlar değildi.

“Sizinle yolculuk yapacağım” dedi Aidan sonunda. “Biz yol arkadaşı olacağız. Fakat kendimi sizinle silah arkadaşı olarak göremiyorum.”

Motley’in gözleri fal taşı gibi açıldı. Şoke olmuştu ve en az on saniye, sanki ne diyeceğini bilemiyormuş gibi sessizce durdu.

Sonunda ise aşırı derecede çok uzun süren ve etrafında yankılanan bir kahkahaya boğuldu. Aidan bu adamı anlayamamıştı ve hiçbir zaman da anlayabileceğini sanmıyordu.

“Sanırım seninle yol arkadaşlığı keyifli olacak evlat” dedi sonunda Motley gözlerindeki yaşları silerken. “Evet, seninle yolculuk çok keyifli olacak.”

BÖLÜM DOKUZ

Duncan, etrafı adamlarıyla çevrili başkent Andros’un içinde yürüyordu. Arkasında, muzaffer, övünç dolu binlerce askeri yürüyor, bu özgürleştirilmiş şehirde yürürlerken zırhları şakırdıyordu. Gittikleri her yerde halkın muzaffer tezahüratlarıyla karşılanmışlardı, kadınlar ve erkekler, gençler ve yaşlılar, hepsi başkente ait gösterişli giysilerini giyiyor, şehrin parke taşlı sokaklarında koşuyor ve onların üzerlerine çiçekler ve lezzetli yiyecekler atıyorlardı. Herkes gurur içinde Escalon bayraklarını sallıyordu. Duncan kendi ülkesinin renklerinin yeniden dalgalandığını, daha bir gün önce baskı altında olan fakat şimdi son derece coşkun, son derece özgür insanları görünce kendisi de muzaffer hissetti. Bu, hayatı boyunca unutamayacağı bir manzaraydı, o güne kadar yaptığı her şeye değen bir manzara…

Sabahın ilk ışıkları başkente vururken Duncan bir rüyada yürüyormuş gibi hissetti. Bir daha asla adımını atamayacağı, en azından hayattayken tekrar gelemeyeceği, gelse bile bu şartlarda olmayacağından emin olduğu yerdeydi, Andros’ta, başkentte. Escalon’un incisi, binlerce yıldır kralların tahtı olmuş şehir şimdi onun kontrolündeydi. Pandesia garnizonları düşmüştü. Adamları kapıları, yolları ve sokakları kontrol ediyordu. Bu umduğundan fazlasıydı.

Yalnızca birkaç gün önce hala Volis’teydi ve tüm Escalon hala Pandesia’nın demir prangası altındaydı. Fakat artık tüm kuzeybatı Escalon özgürlüğüne kavuşmuştu ve başkenti, ülkenin kalbi ve ruhu Pandesia’nın hükmünden kurtulmuştu. Duncan bu zaferi yalnızca hız ve sürprizle elde ettiklerini fark etti. Bu büyük bir zaferdi fakat aynı zamanda geçici olma olasılığı da olan bir zaferdi. Haber Pandesia İmparatorluğu’na ulaştığında onun için geleceklerdi ve bu kez birkaç garnizonla değil, tüm güçleriyle saldıracaklardı. Yeryüzü fillerin izdihamıyla dolabilir, gökyüzü oklarla kapanabilir, deniz gemiler yüzünden görünmeyebilirdi. Fakat bunların hiçbiri yapmakta olduğu şeye, bir savaşçı olarak kendisinden beklenene sırtını dönmesi için bir bahane değildi. Şimdilik hiç olmazsa eski hallerine dönebilmişlerdi ve hiç olmazsa şimdilik özgürlerdi.

Duncan bir çarpma sesi duydu ve dönüp baktığında dev, Yüce Efendi Ra, Pandesia’nın ulu yöneticisi heykelinin onlarca vatandaş tarafından halatlarla yere devrilmiş olduğunu gördü. Heykel yere çarptığında binlerce küçük parçaya ayrıldı ve halk heykelin kalıntılarını tekmeleyerek sevinç gösterileri yaptılar. Daha fazla vatandaş ileri atılıp Pandesia’nın devasa mavi ve sarı bayraklarına asılıp, onları duvarlardan, binalardan ve çan kulelerinden yırtarak söktüler.

Duncan tüm bu büyük hayranlık gösterisi, özgürlüğünü geri kazanan bu insanlardaki gurur duygusu karşısında gülümsemesine engel olamadı; insanların neler hissettiğini çok iyi anlayabiliyordu. Kavos, Bramthos, Anvin, Arthfael ve Seavig’e ve tüm adamlarına baktı, hepsi sevinç içindeydi, bir bayram havasında, tarih kitaplarına geçecek o günün keyfini çıkarıyorlardı. Bu hepsinin hayatları boyunca unutmayacakları bir anıydı.

Hep birlikte başkentin içinde, Duncan’ın orada geçirdiği yıllardan çok iyi bildiği meydanları, avluları geçerek, sokakları dönerek ilerlediler. Bir köşeyi döndüler ve Duncan Andros’un yönetim binasını görünce kalp atışları hızlandı. Binanın altın kubbeleri güneşte parlıyor, devasa altın kemerli kapıları her zamanki gibi göz alıyor, tam hatırladığı gibi Escalonlu filozofların yazıları kazınmış, beyaz mermer dış cephesi parlıyordu. Bu, Pandesialıların el sürmediği birkaç binadan biriydi ve Duncan bu manzara karşısında büyük bir gurur duygusu hissetti.

Fakat aynı zamanda içeride onu bekleyen soylular, politikacılar, Escalon’a hizmet eden konsey, politika, entrika peşinde adamlar, Duncan’ın hiç anlamadığı adamlar olacağını düşünerek midesinin burkulduğunu hissetti. Onlar asker değildi, komutan değildi, yalnızca atalarından miras kalan bolluk, güç ve itibar meraklısı insanlardı. Bunlar hiçbir şekilde güç sahibi olmayı hak etmeyen fakat bir şekilde hala Escalon’a demir pranga vurmuş adamlardı.

En kötüsü de Tarnis de orada olabilirdi.

Duncan kendini hazırladı ve yüz mermer basamağı çıkarken derin bir nefes adlı. Adamları da arkasındaydı. Büyük kapıla Kral Muhafızları tarafından açıldı. Derin bir nefes aldı, sevinçli olması gerektiğini biliyordu fakat yine de yılanların arasına, onurun yerini anlaşmalar ve ihanetin aldığı bir yere girdiğini de biliyordu. Bu, anlaşmaları değiştiren, hiçbir fikri temsil etmeyen, yalanların içinde alabildiğine kaybolmuş ve kendilerini bilmekten aciz adamların arasında bir saat geçirmektense tüm Pandesia ile savaşmayı tercih ederdi.

Kral Muhafızları Duncan’ın yıllardır görmediği parlak kırmızı zırhlar giyiyordu, miğferleri sivri uçluydu ve ellerinde tören baltalı kargıları vardı. Kapıları sonuna kadar açarken Duncan’a saygılı bir ifadeyle baktılar. Hiç olmazsa bunlar gerçek savaşçılardı. Kadim bir birlikte, yalnızca Escalon Kralı’na sadık hizmet veriyorlardı. Başkentte kalan tek askeri kuvvet onlardı ve kral her neyi yönetirse ona hizmet etmeye hazırlardı. Bir zamanlar oldukları şeyin izleriydi. Duncan, Kavos’a kral olacağı konusunda ettiği yemini hatırladı ve midesi burkuldu. Bu isteyebileceği son şeydi.

Duncan adamlarına öncülük etti ve yönetim binasının kutsal koridorlarına girdiler. Her zamanki gibi binanın Escalon klanlarının sembolleri işlenmiş yüksek tavanları, ağzında bir aslan bulunan devasa bir ejderha oyulmuş mavi beyaz mermer zeminine hayran oldu. Orada bulunmak bütün anıları geri getirmişti. Oraya kaç sefer girmiş olursa olsun her seferinde burası ile gurur duyardı.

Adamlarının adım sesleri devasa koridorlarda yankılanıyordu ve Duncan Konsey Salonu’na doğru ilerlerken, her zaman olduğu gibi yine burasının bir mezar olduğunu hissetti, politikacıların ve soyluların kendilerini gücü ellerinde tutmak için yaptıkları planlar nedeniyle kutladığı, yaldızlı bir mezar. Başkentte yaşadığı zamanlarda bu binada mümkün olduğu kadar az vakit geçirirdi ve şimdi çok daha az istiyordu.

“Yeminini unutma”

Duncan dönüp baktığında Kavos’un koyu renk sakallarının ardında, parlayan koyu renk gözlerinde bir yoğunlukla ona baktığını gördü. Bramthos da yanındaydı. Bu büyük bir savaşçının yüzüydü, ona çok büyük bir borcu olduğu bir savaşçı.

Kavos’un sözleri Duncan’ın içinin burkulmasına sebep olmuştu. Bu bir lanet gibi onu takip eden bir yemindi. Krallığı kabul etme yemini, eski dostunu devirme yemini… Politika ilgilenmek istediği son şeydi; o sadece özgürlük ve savaş alanlarının özlemini çekiyordu.

Fakat bir yemin etmişti ve yeminine sadık kalması gerektiğini biliyordu. Demir kapılara yaklaşırken az sonra olacakların çok da hoş olmayacağını fakat her ne olursa olsun yapılması gerektiğini biliyordu. Sonuçta, Duncan bütün bunları onlar için kazanmış olsa bile o odada bulunan politikacılar kimdi ki ona gücü devretmek, onu bir kral olarak tanımak isteyecekti?

Bir kemerli kapıdan geçtiler, bir başka Kral Muhafızı kenara çekildi bronz bir ikiz kapı ortaya çıktı. Konsey Kapıları birçok kral için uzun yıllardır bulunan, kadim şeylerdi. Muhafızlar kapıları ardına kadar açtı ve yana çekildi. Duncan kendini Konsey Salonu’na girerken buldu.

Daire şeklinde, otuz metre genişliğindeki Konsey Salonu’nun merkezinde siyah mermer, dairesel bir masa vardı ve çevresinde oturan ve ayakta duran, kaos içinde bir soylu kalabalığı vardı. Duncan ortamdaki gerilimi anında hissedebilmişti, tedirgin adamlar yüksek sesle tartışıyor, salonun içinde geziniyordu. Burası daha önce hiç görmediği kadar kalabalıktı. Genelde burada bir düzine kadar soylu, eski kralın başkanlık ettiği, bir düzen içinde oturuyor olurdu. Şimdi ise içeride yüz kadar adam vardı ve hepsi süslü kıyafetler giymişti. Duncan zaferden sonra içeride havanın daha şenlikli olmasını beklemişti fakat bu adamlarla değil! Bunlar profesyonel tatminsizlerdi.

Adamların ortasında Tarnis duruyordu ve Duncan ve adamları içeri girdiğinde hepsi tartışmayı kesip sessizliğe gömüldü. Tüm başlar onlara döndü. Herkesin yüzünde şoke olmuş bir ifade vardı, ayrıca şaşırmışlar, hayrete düşmüşlerdi. Özellikle de korku vardı, gerçekleşmek üzere olan değişimden korku…

Duncan komutanlarıyla birlikte salonun ortasına doğru ilerlerken, geride kalan adamları odanın çevresine dağılıp, sessizce nöbet pozisyonunda beklemeye başladı. Bu Duncan’ın göstermek istediği güçtü. Eğer bu adamlar ona karşı direnirler, gücü kendi ellerinde tutmak isteyecek olurlarsa Duncan onlara başkenti kimin özgürleştirdiğini, kimin Pandesia’yı alt ettiğini hatırlatmak istemişti. Soyluların önce askerlerine sonra da o yaklaşırken ona gergin bir şekilde baktıklarını gördü. Profesyonel politikacılar, sonuna kadar hiçbir tepki göstermemişti.

Tarnis, içlerinde en profesyonel olanı, Duncan’a döndü ve aniden zoraki bir şekilde gülümsedi. Kollarını açtı ve Duncan’a doğru yürümeye başladı.

“Duncan!” dedi sıcak bir şekilde, sanki uzun zamandır kaybettiği bir kardeşini kucaklayacakmış gibiydi.

Altmışlı yaşlarında olan Tarnis, yanık tenli, yüzünde ince çizgiler olan, yumuşak ipeksi gri saçları çenesinin altına kadar gelen, her zaman şımartılmış ve bakımlı bir görünüme sahip bir adamdı; tüm hayatı gösteriş ve lüks içinde geçen biri için bu görüntü gayet normaldi. Yüzünde bilgece bir ifade vardı fakat Duncan bunun sadece bir maske olduğunu biliyordu. O iyi bir aktördü, en iyilerinden ve nasıl bilgeymiş gibi görünebileceğini çok iyi biliyordu. Başa gelmesini sağlayan da bu özelliğiydi. Beraber geçirdikleri yıllardan sonra Duncan onun başka türlü hissedip başka türlü davranma ustası olduğunu biliyordu.

Tarnis yaklaştı ve Duncan’a sarıldı. Duncan da soğuk bir şekilde ona sarıldı; hala onun hakkında ne hissedeceğinden emin değildi. Hala bir zamanlar kendisi için baba gibi olmuş olan bu adam tarafından canı yakılmış ve çok büyük hayal kırıklığına uğratılmış hissediyordu. Sonuçta ülkeyi teslim eden bu adamdı. Onu burada, bu güç salonunda görmek Duncan’a hakaret gibi geliyordu, Duncan’ın zaferinden sonra orada bulunmayı hak etmiyordu. Soyluların ona bakış şeklinden Duncan, Tarnis’in hala kendisini kral kabul ettiğini hissedebiliyordu. Sanki hiçbir şey değişmemiş gibi bir hava vardı.

“Seni bir daha görebileceğimi hiç düşünmemiştim” dedi Tarnis. “Özellikle de böyle şartlar altında.”

Duncan ona baktı; yüzüne bir gülümseme oturtamadı. Duncan duyguları konusunda her zaman dürüst olmuştu ve bu adama karşı sıcak hissediyormuş gibi davranamazdı.

“Bunları nasıl yapabildin?” diye bağırdı öfkeli bir ses.

Duncan dönüp baktığında, başkentin güney komşusu Baris’in komutanı Bant’ın öfkeli bir şekilde kendisine baktığını gördü. Bant zor bir adam olarak bilinirdi, bir kanyonun dibinde yaşayan, zorlu ve arkadaşsız diğer tüm Barisliler gibi hırçındı. Onun halkına güven olmazdı.

“Tam olarak ne yaptım?” dedi Duncan, içerlemiş bir şekilde. “Sizi özgürleştirmedim mi?”

“Bizi özgürleştirmek!?” diye hırladı. “Sen kazanamayacağımız bir savaş başlattın!”

“Şimdi hepimiz Pandesia’nın insafına kaldık” dedi başka bir ses.

Duncan dönüp baktığında ayakta duran bir soylunun öfkeli bir şekilde kendisine baktığını gördü.

“Hepimiz katledileceğiz, hepsi de senin fevri hareketlerin yüzünden!” dedi adam.

“Ve hepsini bizim otoritemiz dışında yaptın!” diye bağırdı bir başka soylu. Kuzeybatının renklerini giyen bu adamı Duncan tanımıyordu.

“Derhal teslim olacaksın!” dedi Bant. “Pandesialı lortlara gidecek, önlerinde yere kapanıp hepimiz adına bizi affetmelerini isteyeceksin.”

Duncan bu korkakların sözleriyle öfkelendi

“Hepiniz beni iğrendiriyorsunuz” dedi Duncan, her bir kelimesinin üzerine basa basa. “Sizin özgürlüğünüz için savaşmış olmaktan utanıyorum.”

İçeriye ağır bir sessizlik çökmüştü, kimse bir cevap vermeye cesaret edemiyordu.

“Eğer derhal teslim olmazsan” dedi Bant sonunda, “biz senin yerine yapacağız. Senin pervasızlığın yüzünden hiçbirimiz ölmeyeceğiz.”

Kavos öne çıkıp kılıcını çeker kılıcın sesi salonda yankılandı. Gerilim artmıştı. Bramthos da hemen yanında duruyordu.

“Kimse teslim olmuyor” dedi soğuk ve sert bir şekilde. “Yaklaş ve teslim olacağın tek şek kılıcımın ucu olsun.”

İçerideki gerginlik doruk noktasına ulaşmıştı, her iki taraf da gergin bir açmaz içindeydi. Sonunda Tarnis, eski kral, öne çıkıp elini nazikçe Kavos’un kılıcına koydu. Profesyonel bir politikacı gülümsemesiyle gülümsedi.

“Burada bölünmeye gerek yok” dedi, sesi yumuşak ve teskin ediciydi. “Burada hepimiz Escalon’un insanlarıyız, hepimiz aynı amaç için savaşır ve ölürüz. Hepimiz özgürlüğü arzuluyoruz. Kendimiz, ailelerimiz ve şehirlerimiz için özgürlük.”

Kavos yavaşça kılıcını indirdi fakat hala masanın diğer ucundaki Bant’a soğuk bir şekilde bakıyordu.

Tarnis iç geçirdi.

“Duncan” dedi Tarnis, “sen her zaman inançlı bir asker ve gerçek bir dost oldun. Özgürlük arzunu anlıyorum ve bunu biz de paylaşıyoruz. Fakat bazen kaba kuvvet çözüm değildir. Yaptıklarını bir düşün. Kuzeydoğuya özgürlük getirdin, hatta başkenti almayı bile başardın, en azından şimdilik. Bu yüzden seni takdir ediyorum. Hepimiz takdir ediyoruz” dedi salondakilere dönüp, sanki onlara konuşuyormuş gibi elini sallayarak. Daha sonra tekrar Duncan’a dönüp gözlerini onunkilere dikti. “Ve fakat bizi saldırılara açık hale getirdin. Büyük ihtimalle savuşturamayacağımız bir saldırı. Ne senin, ne tüm adamlarını ve hatta ne de tüm Escalon’un.

“Özgürlüğün bir bedeli var” dedi Duncan. “Evet, bazılarımız ölecek. Fakat özgür olacağız. Geri kalan tüm Pandesialıları tekrar toplanma şansı bulamadan öldüreceğiz ve iki hafta içinde Escalon bizim olacak.”

“Başardın diyelim” diye karşı çıktı. “Onlar daha toplanamadan onları topraklarımızdan atsan bile, beni, onların tekrar açık durumdaki Güney Geçit’ten istilaya gelmeyeceklerine ikna edebilir misin?”

Duncan başıyla Anvin’e bir hareket yatı ve Anvin de karşılık verdi.

“Adamlarım şu anda bile güneye gidip geçidi güvene almaya hazırlanıyor.”

Politikacılar bu sürpriz karşısında homurdandı ve Duncan Tarnis’in gözlerinde de bu şaşkınlığı görebiliyordu.

“Geçidi güvene aldıklarını varsayalım. Pandesia milyonlarca adamıyla Güney Geçit’e hücum etmeyecek mi? Orada bir milyon adam kaybetseler bile yerlerine bir milyon adam daha getiremezler mi?”

“Geçit bizim elimizdeyken, onu hiçbir güç alamaz” dedi Duncan.

“Sana katılmıyorum” dedi Tarnis. “Bu yüzden Escalon’u teslim ettim.”

“Güney Geçit hiçbir zaman yok edilemedi” diye karşı çıktı Duncan.

“Ve Escalon da hiçbir zaman Pandesianınki kadar büyük bir orduyla karşılaşmadı. Daha önce hiç denenmedi” dedi Tarnis.

Bepul matn qismi tugad.

42 861,24 soʻm
Yosh cheklamasi:
16+
Litresda chiqarilgan sana:
10 sentyabr 2019
Hajm:
283 Sahifa 6 illyustratsiayalar
ISBN:
9781632913968
Mualliflik huquqi egasi:
Lukeman Literary Management Ltd
Формат скачивания:
epub, fb2, fb3, ios.epub, mobi, pdf, txt, zip

Ushbu kitob bilan o'qiladi