Kahramanlık Saldırısı

Matn
Seriyadan Felsefe Yüzüğü #6
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

Sonunda “Yapmayacağım,” dedi. “Her ne kadar bunu hak etsen de ölümün benim elimden olmayacak çünkü seni öldürerek en az senin kadar aşağılık olurum.”

Thor döndüğünde Corven atılarak tiz sesini çınlattı:

“Kardeşim için!”

Hiç biri müdahale edemeden Conven kılıcını kaldırdı ve Drake’in kalbine sapladı. Conven’in gözleri çılgınlıktan ve acıdan parıldıyordu. Drake’i ölümle buluştururken vücudunun yere düşmesini ve ölmesini izledi.

Thor yere baktığında, ölü adamın Conven’in kaybı için sadece küçük bir teselli olduğunu biliyordu. Hepsi için geçerliydi. Ama bu da bir şeydi.

Thor önlerinde uzanan geniş çöle baktığında Kılıç’ın bu sınırların ötesinde bir yerde olduğunu biliyordu. Sanki gezegenler ötesindeydi. Tam da yolculuklarının sona erdiğini düşündüğü anda henüz başlamamış olduğunu fark etti.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Erec Dük’ün kalesindeki silah odasında bulunan bir grup askerin arasında Savaria’nın kapıları ardında güvenle oturuyordu. Hepsi de karşı karşıya kaldıkları canavarlar tarafından yaralanmış ve hırpalanmıştı. Yanında arkadaşı Brandt otuyordu ellerini kafasına almıştı, tıpkı diğerleri gibi. Odadaki hava hüzünlüydü.

Erec de bunu hissediyordu. Vücudundaki her kas lordun adamları ve canavarlarıyla girdikleri günün savaşından dolayı ağrıyordu. Hatırladığı kadarıyla savaşın en çetin günüydü ve Dük çok sayıda adam kaybetmişti. Eğer Alistair olmasaydı o, Brandt ve diğerleri şimdiye kadar çoktan ölmüş olurlardı.

Erec ona minnettardı ve dahası bu his aşkla yenilenmişti. Kız aklını çeliyordu ve bu daha önce başına hiç gelmemişti. Onun özel hatta kuvvetli olduğunun hep farkındaydı ancak günde gerçekleşen olaylar bunu artık tasdiklemişti: Kim olduğunu, kökenine ait sırrı öğrenmek için her zamankinden çok yanıp tutuşuyordu. Yalnız burnunu sokmayacağına yemin etmişti ve o sözünü hep tutardı.

Erec onu yeniden görebilmek için bu toplantının bitmesini sabırsızlıkla bekliyordu.

Dük’ün şövalyeleri saatlerdir burada oturuyor, kendilerine gelmeye, neler olduğunu anlamaya ve şimdi ne yapacaklarını bulmaya çalışıyorlardı. Kalkan inmişti ve Erec sonuçları hakkında hala kafa yoruyordu. Demek ki artık Savaria saldırıya açıktı daha da kötüsü haberciler Silesia’da Kraliyet Sarayı’nda olanlarla ve Andronicus’un istilası ile ilgili haberleri getiriyorlardı. Kalbi kardeşleriyle beraber Gümüş’te olmayı ve topraklarını korumayı dilerdi. Ama işte burada Savaria’daydı, kaderi onu buraya getirmişti. Ona burada da ihtiyaç vardı, Dük’ün şehri ve halkı sonuç olarak MacGil imparatorluğunun stratejik bir bölümünü oluşturuyordu ve bu nedenle burası da savunulmalıydı.

Fakat Andronicus’un Savaria’ya saldırmak için taburlarından birini göndermesiyle ilgili gelen sayısız haberden dolayı Erec, milyonlardan oluşan ordusunun Halka’nın her bir köşesine yayılacağını biliyordu. İşi bittiğinde Andronicus hiçbir şeyi sağlam bırakmayacaktı. Erec hayatı boyunca Andronicus’un fetihlerini dinlemişti; adaletten uzak ne kadar zalim bir adam olduğunu biliyordu. Basit bir matematikle Dük’ün birkaç yüz adamı Andronicus’un askerlerine karşı koymak için yetersiz kalacaktı, Savaria için kıyamet gelmişti.

Upuzun, ahşap masanın bir ucunda eğreti oturan, kendini bira maşrapasında kaybetmiş, saçları ağarmış yaşlı savaşçı ve Dük’ün danışmanı; zırhlı eldivenini masaya vurarak “Bence teslim olalım,” dedi. Diğer askerler sus pus ona baktılar.

“Başka ne şansımız var ki?” diye ekledi. “Onların milyonlarına karşı biz sadece birkaç yüz kişiyiz.”

“Belki en azından sadece şehri korumak için savunabiliriz.” dedi bir başka asker.

Bir diğeri “Ne kadar dayanabiliriz ki?” diye sordu.

“MacGil’in takviyeleri gelene kadar, tabii eğer o kadar dayanabilirsek.”

Bir başka savaşçı “MacGil öldü,” dedi. “Bize kimse yardım edemez.”

Bir başkası itiraz etti, “Ama kızı yaşıyor, askerleri de. Bizi burada bir başımıza bırakmazlar!”

“Kendilerini bile zar zor savunabiliyorlar!” diye karşı çıktı bir diğeri.

Hepsi bir ağızdan birbiriyle atışmaya, birbirinin sözünü kesmeye ve aynı konu hakkında başa dönerek homurdanmaya başladılar.

Erec orada durdu ve hepsini izledi, içi bomboştu. Saatler önce bir haberci gelmiş ve korkunç haberi, Andronicus’un işgalini haber vermişti. Ayrıca Erec için daha da kötüsü şimdi öğrendiği kadarıyla MacGil’in öldürülmüş olmasıydı. Erec Kraliyet Sarayı’ndan o kadar uzun süredir uzak kalmıştı ki oradan uzun zamandır aldığı ilk haber buydu ve kalbine sanki bir hançer saplanmıştı. MacGil’i babası gibi severdi, bu kayıp içinde dile getirebileceğinden çok daha büyük bir boşluk oluşturmuştu.

Dük boğazını temizledi, oda yavaştan sessizleşti, tüm gözler Dük’e çevrildi.

“Bu duvarların gücü ve sahip olduğumuz dövüş yetenekleriyle şehrimizi bir saldırıya karşı koruyabiliriz”  diye başladı Dük kelimeleri tane tane seçerek, “Bizden sayıca beş kat daha büyük olan bir orduya – hatta belki on kat daha fazla olan bir orduya karşı şehrimizi savunabiliriz. Kuşatmayı püskürtmek haftalar bile sürse buna karşı da hazırlıklıyız. Her türlü düzenli orduya karşı savaşı kazanabiliriz.”  dedi ve içini çekti.

“Ancak İmparatorluğun övündüğü düzenli ordu değil,” diye ekledi. “Bir milyon adama karşı savunma yapamayız, bir işe yaramaz.” dedi ve duraksadı.

“Ancak teslim olmamız da nafile. Andronicus’un esirlerine ne yaptığını hepimiz biliyoruz. Bana kalırsa her iki şekilde de öleceğiz. Buradaki soru başımız dik ayaklarımız yere basar halde mi öleceğiz yoksa vazgeçerek mi? Ben derim ki dimdik duralım!”

Dük “O zaman başka seçeneğimiz kalmadı” diye devam etti. “Savaria’yı savunacağız ve asla teslim olmayacağız, Ölebiliriz elbet ama hep birlikte.”

Odada ağır bir sessizlik oluştu, diğerleri de düşünceli birbirlerini onayladılar. Görünüşe göre hepsi başka bir cevabın peşindeydi.

Erec sonunda sessizliği delerek “ Bir başka yol daha var,” dedi.

Tüm gözlerin ona çevrildiğini hissedebiliyordu.

Dük konuşması için kafasıyla işaret etti.

Erec “Saldırabiliriz,” dedi.

“Saldırmak mı?” diye tekrar eden askerler şaşırmıştı. “Birkaç yüz kişiye karşı bir milyon adama saldırmak mı? Erec korkusuz olduğunu biliyoruz da sen delirdin mi?”

Erec hayır anlamında kafasını salladı, son derece ciddiydi.

“Düşünmediğiniz konu şu, Andronicus’un adamları saldırabileceğimizi hesap etmiyorlar. Burada şaşırtma faktörünü kullanabiliriz, eğer burada oturur savunmayla yetinirsek ölürüz ana saldırırsak düşündüğümüzden çok daha fazlasını haklarız daha da önemlisi eğer doğru şekilde ve doğru yerde saldırırsak sadece onları geride tutmayı başarmakla kalmayız – onlara karşı savaşı kazanabiliriz.”

“Kazanmak mı?” diye bağırdı hepsi bir ağızdan şaşkınlıklarını gizlemeden hepsi Erec’e bakıyordu.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu Dük.

“Andronicus bizi burada oturup şehrimizi savunurken bulacağını sanıyor,” diye açıkladı Erec. “Adamları şehrimizin kapılarının ardındaki rastgele bir geçidi tutabileceğimizi hiç hesaba katmıyorlar. Burada şehirde sağlam duvarların avantajına sahibiz belki ama dışarıda, savaş alanında da şaşırtma avantajına sahibiz. Ve şaşkınlık yaratma her zaman sağlamlıktan yeğdir. Eğer doğal bir geçidi tutabilirsek, onları tek bir noktaya toplayıp orada saldırabiliriz. Bahsettiğim nokta Doğu Boğazı’dır.”

“Doğu Boğazı mı?” diye sordu bir asker.

Eric kafasını salladı.

“O nokta, iki uçurumun arasında derin bir yarığa sahip, tek geçiş buradan günlerce uzak mesafede olan Kavonia Dağları. Eğer Andronicus’un adamları buraya gelecekse en kestirme yol Boğaz olacaktır. Aksi halde dağları aşmaları gerekir. Kuzey yolu çok dar ve yılın bu zamanı çok çamurlu olur ki bu da onlara haftalar kaybettirir. Güneyde ise Ford Nehri’ni aşmaları lazım.”

Dük hayranlıkla Erec’e baktı, sakalını sıvazlayarak düşündü.

“Haklı olabilirsin, Andronicus adamlarını Boğaz’a yönlendirebilir. Başka bir ordu için orayı seçmek kendine fazla güvenmek olur ancak milyonlarca adamıyla bu onun tercih edebileceği bir yol olabilir.”

Erec kafasıyla onayladı.

“Eğer oraya ulaşabilirsek eğer bunu yutarlarsa onları şaşırtıp kapana kıstırabiliriz. Bu pozisyonumuzla birkaç adamımız binlercesini tutabilir.”

Diğer tüm askerler Erec’e umutla karışık hayranlıkla baktılar odada neredeyse elle tutulur bir sessizlik hakimdi.

“Cesur bir plan bu dostum,” dedi Dük. “Ancak elbette sen çok cesur bir askersin. Hep öyleydin.” Dük hizmetliye işaret etti.” Bana bir harita getir!”

Çocuk odadan koşarak çıktı ve bir başka kapıdan içeri tekrar girdiğinde elinde kalın rulo bir parşömen tutuyordu. Masaya serdi, askerler masanın etrafını çevirerek üstünde çalışmaya başladılar.

Erec uzanarak haritada Savaria’yı buldu parmağıyla takip ederek doğuya yöneldi ve Doğu Boğazı’na gelince durdu. Göz alabildiğine uzanan dağlarla çevrili dar bir yarıktı burası.

Askerlerden biri “Mükemmel,” dedi.

Diğerleri sakallarını sıvazlayarak kafalarıyla onayladılar.

Bir asker “ Birkaç düzine askerin binlercesini bu boğazda durdurduğuna dair hikayeler duymuştum” dedi.

Bir diğeri “Koca karı masalı bunlar” dedi kinayeli. “Evet şaşırtma taktiğini kullanabiliriz ama elimizde başka ne var? Korunaklı duvarın dışında kalmış olacağız.”

“Doğanın duvarları bizi korur,” dedi bir başka asker. “Bu dağlarda, metrelerce yükseklikte sağlam uçurumlar var.”

“Hiçbir şey güvenli değil,” diye ekledi Erec. “Dük’ün dediği gibi ya burada ya da orada ölürüz. Bence orada ölelim, zafer cesura iltimas geçer.”

Dük uzun süre sakalını sıvazladıktan sonra en sonunda kafasını onaylar gibi salladı, geri yaslandı ve haritayı rulo yaptı.

“Silahlarınızı hazırlayın” diye seslendi. “Bu akşam yola çıkıyoruz!”

*

Erec yeniden tam tekmil savaş kıyafetleri içinde, kılıcı belinden aşağı sarkarken Dük’ün kalesinin koridorlarından geçti, herkesin gittiği yönün aksine ilerliyordu. Bu, son savaşı olabilirdi ve yola çıkmadan önce yapması gereken önemli bir işi halletmeliydi.

 

Alistair’i görmeliydi.

Gün savaşından döndüklerinden beri Alistair kaledeydi ve koridorun sonundaki odasında Erec’in gelmesini umuyordu. Bu mutlu buluşma tek hayaliydi.  Yeniden gitmesi gerektiğine dair kötü haberi onunla paylaşmak zorunda olduğunu fark ettiğinde Erec’in kalbi acıdı Onun burada olacağını, kalenin duvarları ardında güvende olduğunu bilmek bir nebze de olsa içini rahatlatıyordu. İşte bu yüzden onu güvende tutmaya, İmparatorluğu kurtarmaya her zamankinden daha fazla kararlıydı. Birbirlerine evlenme sözü verdiklerinden bu yana Erec onunla vakit geçirmeyi her şeyden çok istiyordu, onu yeninden bırakması gerektiğini düşününce kötü oldu. Ne yazık ki bu isteğini gerçekleştirmek şimdilik mümkün değildi.

Erec köşeyi dönerken mahmuzlarından çıkan ses boş kalenin koridorunda çınlıyordu. Kendini vedaya hazırlamaya çalıştı; biliyordu ki acı dolu olacaktı. En sonunda çok eski kemerli ahşap kapıya ulaştığında zırhlı eldivenini vurarak kapıyı nazikçe çaldı.

Odadan kapıya doğru ayak seslerini duydu ve hemen sonra kapı açıldı. Erec’in kalbi Alistair’i her gördüğünde olduğu gibi hızla atmaya başladı. İşte uzun ve dalgalanan saçları, büyük parlak gözleriyle kapının girişinde duruyordu sanki cennetten gelen bir melek gibi Erec’e bakıyordu. Onu her gördüğünde sanki git gide güzelleşiyordu Alistair.

Erec içeri girdi ve onu kucakladı, Alistair de ona sarıldı, uzun süre onu kollarında sımsıkı tuttu hiç bırakmak istemiyordu. Erec de gönüllü değildi, her şeyden çok kapıyı kapatıp onun olduğu yerde durabileceği kadar çok kalmak istiyordu. Ancak bu mümkün değildi.

Onun sıcaklığı ve Erec’e verdiği his dünyadaki her şeyi mükemmel yapıyordu ve onu bırakmayı hiç istemiyordu. Nihayet geri çekildi ve ışıldayan gözlerine baktı. Alistair’in gözleri Erec’in zırhına, silahlarına kaydı. Kalmayacağını anlayınca yüzü düştü.

“Yine gidiyor musunuz Lord’um?”diye sordu.

Erec başını öne eğdi.

“Arzum bu değil leydim” diye cevap verdi. “İmparator askerleri yaklaşıyor ve eğer burada kalırsam hepimiz öleceğiz.”

“Peki ya giderseniz?” diye sordu Alistair.

Erec “Her iki koşulda da ölebilirim,” diye kabul etti. “Ancak en azından bu hepimize bir şans tanıyacak. Çok küçük ama yine de bir şans.”

Alistar pencereye doğru yürüdü, Dük’ün meydanında güneşin batışını izlemeye koyuldu,yüzü bu yumuşak ışıkla aydınlanmıştı. Erec suratındaki üzüntüyü görüyordu, ona yaklaştı ve boynunda saçları sıyırarak onu okşamaya başladı.

“Üzülmeyin leydim” dedi. “Eğer kurtulursam size döneceğim. Birlikte sonsuza kadar bütün tehlike ve tehditlerden uzak yaşayacağız. Nihayet kendi hayatlarımızı yaşamak için özgür olacağız.”

Üzüntüyle Alistair’in ellerini tuttu.

“Korkuyorum, “ dedi Alistair

“Yaklaşan ordulardan mı?” diye sordu.

“Hayır,” dedi ona dönerek. “Sizden.”

Erec şaşırmıştı.

“Artık benim hakkımda farklı düşündüğünüzden korkuyorum,” dedi. “savaş alanında olanları gördükten sonra.”

Erec hayır anlamında kafasını salladı.

“Hakkınızda kesinlikle farklı düşünmüyorum” dedi. “Benim hayatımı kurtardınız bunun için size sadece minnettarım.”

Alistair kafasını salladı.

“Ama farklı olan bir tarafımı da gördünüz,” dedi. “Normal olmadığıma, diğerleri gibi olmadığıma şahit oldunuz. İçimde anlayamadığım bir güç var ve beni garip bir canavar gibi görmenizden çok korkuyorum. Belki de beni artık karınız olmasını kabul edemeyeceğiniz bir kadın olarak görüyorsunuzdur.”

Alistair’in sözleri Erec’in kalbini acıttı, ona doğru bir adım attı, ellerini kendi ellerinin içine aldı ve tüm ciddiyetiyle gözlerine baktı.

“Alistair” dedi. “Seni olduğum her şeyle beraber seviyorum. Senden daha fazla sevdiğim hiçbir kadın olmadı ve olmayacak. Seni olduğun her şeyle beraber seviyorum ve başkalarından farklı olduğunu düşünmüyorum. Her ne gücün varsa ve her kim isen – bunu hiç anlamasam bile- hepsini kabul ediyorum ve hatta hepsi için minnettarım. Burnumu sokmayacağıma söz verdim ve bu sözümü tutacağım. Sana asla soru sormayacağım. Her ne isen seni olduğun gibi kabul ediyorum.”

Uzun süre Alistair Erec’e baktı ve bakışlarını sıcacık bir gülümsemeyle kesti, rahatlama ve neşeyle gözleri doldu. Döndü ve onu kucakladı tüm her şeyiyle onu sıkıca sardı ve kulağına fısıldadı: “Bana dön geri.”

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

Gareth mağaranın kenarında durdu, güneşin batışını izlerken bekledi. Kirli dudaklarını yaladı ve odaklanmaya çalıştı. Afyonun etkisi nihayet geçiyordu. Başı hafif dönüyordu, günlerdir ne bir şey yemiş ne de içmişti. Gareth kaleden riskli kaçışını hatırladı. Lord Kultin onu pusuya düşürmeden hemen önce şöminenin arkasındaki gizli geçitten kaçarkenki gülümsemesini… Kultin davasında akıllı davranmıştı ancak Gareth ondan daha zekiydi. Herkes gibi o da Gareth’ı hafife almış, Gareth’in her yerde casuslarının olduğunu fark etmemiş böylece kurduğu tuzaktan Gareth’ın neredeyse anında haberdar olduğunu anlamamıştı.

Gareth tam zamanında, Kultin onu pusuya düşürmeden ve Andronicus Kraliyet Sarayı’nı işgal edip yerle bir etmeden önce kaçmıştı. Aslında Lord Kultin ona iyilik yapmıştı.

Gareth eski ve gizli geçitlerden kalenin dışına kadar kaçmayı başarmış, yer altında sürünüp ilerleyerek kendini Kraliyet Sarayı'ndan kilometrelerce ötedeki bir kasabaya atmıştı. Bu mağaranın yakınlarında yüzeye çıkmış, buraya ulaşır ulaşmaz da çökmüş ve tüm gün zalim kış koşullarında donma derecesine gelene kadar uyumaya koyulmuştı. Keşke daha fazla kıyafet getirseydim diye hayıflanmıştı.

Uyandığında, Gareth çömelip etrafını,  uzakta küçük bir çiftçi kasabasında bacalarından duman tüten birkaç kulübeyi ve Andronicus’un kasaba ve köylerde dolaşan adamlarının olduğu komşu bölgeleri gözetlemişti. Askerler dağılana kadar sabırla bekledi. Karnına açlıktan ağrılar giriyordu ve o kulübelerden birine ulaşması gerektiğini biliyordu, yemek kokusu burnuna kadar geliyordu.

Gareth mağaradan koşarak çıktı, her yönü kesiyor, hızla nefes alıyordu; telaşlıydı ve korkuyordu. Yıllardır koşmamıştı ve nefesi kesiliyordu, ne kadar zayıf ve bitkin düşmüş olduğunu fark etti. Annesinin kafasına vurarak açtığı yara zonkluyordu, eğer tüm bu olanlardan sonra hayatta kalmayı başarırsa onu kendi elleriyle öldürmeye yemin etti.

Gareth kasabaya koşarken şans eseri sırtları ona dönük İmparatorluk askerlerinden bir kaçına yakalanmadan devam etti. Gördüğü ilk kulübeye yanaştı, burası diğer hepsi gibi sade, içeriden sıcacık bir ışığın süzüldüğü tek odalı bir yerdi; Kendi yaşlarında genç bir kız gördü, yanında daha küçük bir kızla – belki kız kardeşi, olsa olsa on yaşında- ve bir parça etle kapıdan içeri girerken kendi kendine  “işte burası” dedi.

Gareth onlarla beraber içeri dalarak takipte kaldı ve arkalarından kapıyı kapattı, küçük kızı arkasından tutarak kolunu boğazına sardı. Kız bir çağlık attı ve Gareth belindeki bıçağını çıkarıp boğazına dayayınca ablası yemek tabağını yere düşürdü

Kız korktu ve ağlamaya başladı.

“BABA!”

Gareth döndü, mumlarla ve leziz kokularla dolu sıcak kulübeye baktı, genç kızın yanı sıra anne ve babaları masanın yanında ayakta duruyorlar, korku ve öfke dolu gözlerle Gareth’a bakıyorlardı.

Küçük kızı daha sıkı tutarken çaresiz geriye çekildi ve  “Onu öldürmemi istemiyorsanız yaklaşmayın” diye bağırdı.

Genç kız “Kimsiniz siz?” diye sordu. “Adım Sarka. Kız kardeşimin adı Larka. Biz barışçıl bir aileyiz, kız kardeşimden ne istiyorsunuz? Onu rahat bırakın!" dedi.

“Kim olduğunuzu biliyorum” dedi babası gözlerini kısıp tasvip etmeyen bir tavırla bakarak. “Siz eski Kral’sınız, MacGil’in oğlusunuz.”

“Ben hala Kralım” diye bağırdı Gareth “ Sizler de benim halkımsınız. Dediğimi yapacaksınız!”

Baba Gareth’a bakarak kaşlarını çattı.

“Eğer kral sizseniz, ordunuz nerede?” diye sordu. “Ve eğer kral sizseniz, genç ve masum bir kızı İmparatorluk hançeriyle rehin almak da neyin nesi? Belki de bu babanızı öldürürken kullandığınız hançerin aynısıdır, öyle değil mi?” diye küçümseyerek sordu. “Dedikodulardan haberim var.” dedi.

“Keskin bir dilin var,” dedi Gareth. “Konuşmaya devam edersen kızı öldüreceğim.”

Baba yutkundu, gözleri korkuyla açıldı ve sustu

“Bizden ne istiyorsunuz?” diye sordu anne.

“Yemek,” dedi Gareth "Yemek ve yatacak bir yer. Eğer askerlere burada olduğumu ima edecek her hangi bir şey yaparsanız, kızı öldürürüm. Kandırmaca yok, anlaşıldı mı? Beni bu şekilde bırakın kız da yaşasın. Geceyi burada geçirmek istiyorum. Sen, Sarka tabağını getir. Ve sen kadın! sen de ateşi körükle ve bir şal getir omzuma. Yavaş hareket edin!”

Gareth, babanın anneye onay vermesini izledi. Sarka yerdeki etleri tabağa topladı anne de kalın bir örtüyü Gareth’ın omuzlarına serdi. Titremesi dinmeyen Gareth, ateşe yaklaştı, yükselen alevler yerde otururken sırtını ısıtıyordu. Hala ağlayan Larka’yı güvenle tutuyordu. Sarka tabağıyla ona yaklaştı.

“Yere yanıma koy” diye emretti Gareth, “Yavaşça!”

Kaşlarını çatan Sarka söyleneni yaptı kız kardeşine endişeyle baktı; yemeği yavaşça adamın yanına, yere bıraktı.

“Şansınız yok” dedi Gareth. “Bu gece burada uyuyacağım, onu kollarımda bu şekilde tutarak. Ben güvende olduğum sürece o da güvende olacak."

Gareth kokudan aklını yitiriyordu. Uzandı ve boştaki eliyle eti aldı, diğer eliyle de Larka’nın boğazına dayalı hançeri tutuyordu. Çiğnedi, çiğnerken her bir ısırıkta kendinden geçercesine gözlerini kapadı. Yutabileceğinden daha büyük lokmaları çiğnedi, ağzından yemekler dökülüyordu.

“Şarap!” diye seslendi.

Anne, şarap tulumunu getirdi Gareth tulumu sıkarak şarabı ağzına boşalttı ve mideye indirdi. Derin birnefes aldı, çiğnedi ve içti; kendine gelmeye başlamıştı.

“Artık bırak onu!” dedi babası.

"Olmaz," diye cevap verdi Gareth. "Bu gece burada böyle uyuyacağım, kollarımda kızla. Ben güvende olduğum sürece o da güvende. Şimdi kararını ver, bir kahraman mı olmak istiyorsun yoksa kızın yaşamasını mı?"

Aile fertleri konuşmadan ve duraksayarak birbirlerine baktılar sonra,

Sarka "Size bir soru sorabilir miyim?" dedi. "Eğer o kadar iyi bir kralsanız, halkınıza neden böyle davranıyorsunuz?"

Gareth şaşırarak kıza baktı ve sonunda geriye yaslanarak bir kahkaha attı.

"Benim iyi bir kral olduğumu kim söyledi ki?" dedi.

BEŞİNCİ BÖLÜM

Gwendolyn gözlerini açtığında dünya etrafında dönüyordu, nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Yanında Silesia'nın büyük, kemerli, kırmızı ve taştan kapılarını ve onu hayretle izleyen İmparatorluk askerlerini gördü. Yanında Steffen varken gökyüzünün bir aşağı bir yukarı hareket ettiğini gördü. Biri tarafından taşındığını fark etti, birinin kollarındaydı.

Boynunu uzatınca Argon'un parlayan ve keskin gözlerini gördü. Yanlarında Steffen yürürken Argon tarafından taşınıyordu.Üçü Silesia'nın kapılarından geçerken yolu onlar için açan İmparatorluk askerleri de  onlara bakıyordu. Etrafları beyaz bir ışıkla çevriliydi, Gwendolyn Argon'un kollarındayken bir çeşit koruyucu enerji kalkanıyla örtülü olduğunu hissedebiliyordu. Tüm askerlerin yolu açması için bir çeşit büyü yaptığını fark etti.

Gwen Argon'un kollarında rahat ve güvende hissetti. Vücudundaki her kas ağrıyordu, bitkindi ve eğer denese bile yürüyebileceğinden emin değildi. Yollarına devam ederken gözlerini kırpıştırdı ve parçalar halinde etraftaki görüntüleri kaydetti. Çökük bir duvar parçası, yıkık bir siper, yanmış bir ev ve enkaz yığınlarını gördü. Avluyu geçip Kanyon'un ucundaki en dış kapılara geldiklerini ve buraları geçerken de askerlerin kenara çekildiklerini gördü.

Kanyon'un ucuna geldiklerinde metal çubuklarla kaplı platform, Argon orada dururken aşağı indi ve onları Silesia'nın içine aldı.

Aşağı şehre girdiklerinde Gwendolyn düzinelerce yüz gördü, Sileasia vatandaşlarının endişeli, nazik yüzleri Gwendolyn sanki bir oyun sahnesindeymiş gibi onun geçişini izliyordu.  Şehrin ana meydanından aşağı inmeye devam ederlerken tüm halk merak ve ilgiyle ona bakıyordu.

Meydana ulaştıklarında yüzlerce insan etraflarını çevirdi, içlerinde tanıdık yüzler gördü: Kendrick, Srog, Godfrey, Brom, Kolk, Atme, Gümüş ve Lezyon'dan düzinelercesi… Etrafında toplanmışlardı yeni doğan güneşte yüzlerindeki elem seçiliyordu, sis Kanyon'dan dağılırken soğuk rüzgar tenini ısırdı. Elinde olsa tüm bunlardan kurtulmak istercesine gözlerini yumdu. Kendini izlenecek bir nesne gibi hissediyor bu duyguyla param parça olup derinlere düşüyordu. Aşağılanmış ve hepsini hayal kırıklığına uğratmış olduğu duygusu benliğini kaplıyordu.

Tüm insanları geride bırakıp aşağı şehrin dar geçitlerinden bir başka kemerli girişe ve nihayet aşağı Silesia'nın küçük sarayına geçtiler. Gwen bu muhteşem kırmızı kaleye girerken kah kendine geliyor kah baygın yatıyordu. Merdivenlerden yukarı çıkıp uzun bir koridordan ilerledikten sonra bir başka yüksek kemerli kapı girişine vardılar. En sonunda küçük bir kapı açıldı ve bir odaya girdiler.

 

Oda loştu. Burası ortasında neredeyse tavana uzanan dört ayaklı bir yatağın olduğu geniş bir yatak odasıydı. Yatağın hemen yanında çok eski mermer bir şöminede harlı ateş yanıyordu. Odada görevli fazlaca hizmetli vardı. Argon, Gwendolyn'i yatağa nazikçe yatırırken endişeyle ona bakan çok sayıda insan başına toplandı.

Argon bir kaç adım geriye giderek çekildi ve kalabalığın ortasında görünmez oldu. Gwen onu gözlerini kırparak aradı ancak artık görüş alanında yoktu, gitmişti. Onu bir kalkan gibi çepeçevre saran koruyucu enerjisinin eksikliğini hemen hissetti. Etrafında o yokken kendini daha soğuk ve daha güvensiz hissediyordu.

Gwen çatlamış dudaklarını ıslattı ve bir an sonra başının yastıkla desteklendiğini ve kurumuş dudaklarına fayda etmesi için bir bardak su verildiğini hissetti. Suyu kana kana içerken ne kadar susamış olduğunu fark etti. Başını kaldırdığında tanıdığı bir kadını gördü.

Illepra, İmparatorluk şifacısı. Illepra ona endişe dolu, yumuşak bakışlı ela gözleriyle bakarken, suyunu içirdi, alnına ılık bir bez koydu ve yüzüne düşen saçları geriye itti. Avucunu alnına götürdü, Gwen geçiş yapan enerjiyi hissedebiliyordu. Gözlerinin ağırlaştığını ve istememesine rağmen kısa bir süre sonra gözlerinin kapandığını duyumsadı.

*

Gwendolyn gözlerini açtığında ne kadar süredir orada olduğunu kestiremiyordu. Hala bitkin hissediyordu ve tam olarak kendine gelmiş değildi. Rüyasında bir ses duydu ve o sesi şimdi yeniden işitiyordu.

"Gwendolyn" dedi ses. Zihninde yankılanışını duyduğunda bu sesin ona daha önce kaç kere seslenmiş olduğunu merak etti.

Kafasını kaldırdığında Kendrick'in ona baktığını gördü. Yanında kardeşi Godfrey ile beraber Srog, Brom, Kolk ve diğerleri vardı. Diğer yanında ise Steffen duruyordu. Yüzlerindeki ifadeden nefret ediyordu; ona sanki acınası biriymiş, sanki ölümden dönmüş gibi bakıyorlardı.

"Kız kardeşim," dedi Kendrick gülümseyerek ama Gwen sesindeki endişeyi duyumsuyordu. "Bize neler olduğunu anlat."

Gwen kafasını salladı, olanları anlatmak için çok yorgundu.

Neredeyse fısıldayarak dedi ki "Andronicus," ve sonra boğazını temizledi. "Denedim… teslim olmayı… şehrimiz karşılığında… Ona güvendim. Aptal…"

Kafasını tekrar tekrar salladı, yanaklarından tek bir damla göz yaşı süzüldü.

"Hayır, sen asilsin," diye düzelti Kendrick elini avucuna alırken. "Sen hepimizden daha cesursun."

Godfrey de bir adım öne gelerek "Sen büyük bir lider ne yapması gerekiyorsa onu yaptın," dedi.

Gwen kafasını salladı.

"Bizi kandırdı…" dedi Gwendolyn, "… bana da saldırdı. Üstüme McCloud'u saldı."

Gwen kendine hakim olamadı, kelimeler daha ağzından çıkarken ağlamaya başladı. Bir liderin bunu yapmayacağını bilse de kendini tutamıyordu.

Kendrick elini daha sıkıca tuttu.

"Beni öldüreceklerdi.." dedi. "…Steffen kurtardı …"

Hepsi, Gwen'in sadakatle yanında duran Steffen'a saygıyla dönüp baktılar; o da kafasını eğdi.

Alçak gönüllülükle "Benim yaptığım ufacık bir şeydi ve çok geçti," dedi. "Çok fazla adama karşı tektim."

"Yine de kız kardeşimizi kurtardın bunun için sana her zaman borcumuz var," dedi Kendrick.

Steffen kafasını salladı,

"Benim ona çok daha büyük bir borcum var," diye cevap verdi.

Gwen doğruldu ve

"Argon ikimizi de kurtardı," dedi

Kendrick'in yüzüne gölge düştü, "İntikamınızı alacağız," dedi.

"Kendim için endişe duymuyordum," dedi Gwen. "Asıl endişelendiğim, şehrimiz… halkımız… Silesia… Andronicus.... buraya saldıracak…"

Godfrey elini okşadı,

"Şimdilik bunlara kafanı yorma," dedi öne gelerek. "Dinlen. Bu konuları biz hallederiz, artık buradasın ve güvendesin."

Gwen gözlerinin ağırlaştığını hissetti. Ayık mıydı rüya mı görüyordu emin değildi.

Illepra öne çıkıp koruma içgüdüsüyle  "Artık uyuması gerekiyor," dedi.

Gwendolyn bunları uzaktan duyar gibi oldu, üzerine iyiden iyiye bir ağırlık çöktü, bir uyur bir uyanık haline geri döndü. Zihninde Thor'un ve babasının imgelerini gördü. Hangisi gerçek hangisi rüya ayırt etmekte zorlanıyordu, o an gerçekleşen konuşmalardan parça bölümler hatırlayabiliyordu.

"Yaraları ne kadar ciddi?" diye sordu bir ses, muhtemelen Kendrick'ti bu.

Illepra'nın avucunu alnında hissetti, gözleri kapanmadan önce son duydukları Illepra'ya aitti:

"Vücudundaki yaralar hafif Lordum ama ruhundakiler derin."

*

Gwen yeniden uyandığında ateşin sesini duydu, ne kadar zaman geçtiği hakkında bir fikri yoktu. Gözlerini kırptı ve loş odaya baktı, kalabalık dağılmıştı. Odada bir tek yanındaki sandalyede oturan Steffen, yanı başında bileklerine merhem süren Illepra ve bir kişi daha vardı. Ona endişeyle bakan yaşlı bir adamdı bu. Onu tanıyor gibiydi ama çıkarmakta zorlanıyordu. Kendini çok yorgun hissediyordu sanki yıllardır uyumamıştı.

"Leydim?" dedi yaşlı adam ona doğru eğilerek. İki eliyle büyük bir şey tutuyordu, gözlerini kaydırdığında bunun deri kaplı bir kitap olduğunu gördü.

"Ben Aberthol," dedi." Eski öğretmeniniz. Beni duyabiliyor musunuz?"

Gwen yutkundu ve yavaşça evet anlamında başını salladı, gözlerini biraz araladı.

"Sizi görmek için uzun süredir bekliyorum, " dedi. "Uyandığınızı gördüm."

Gwen yavaşça kafasını salladı, hatırlıyordu ve şu an buradaki varlığı için minnettardı.

Aberthol eğilerek büyük kitabı açtı, Gwen ağırlığını kucağında hissedebiliyordu, sayfaları çevirirken çıkan çıtırdamaları duyuyordu.

"Alimler Evi yakılmadan önce kurtarabildiğim bir kaç kitaptan biri bu, " dedi. Bu MacGil'in dördüncü yıllığıydı. Bunu okumuştunuz. İçinde fetihler, zaferler, yenilgiler ve pek tabii başka hikayeler var. Büyük liderlerin yaralandıkları hikayeler. Vücutlarına aldıkları yaralar, ruhlarına aldıkları bereler. Düşünebileceğiniz her türlü hasar, leydim. Ben de size şunu söylemeye geldim: Tüm adam ve kadınları alsanız, içlerinden en iyisi bile hiç tahayyül edilemeyecek şekilde acılar çekmiş, yaralanmış, kötü muamele ve işkenceye maruz kalmışlardır. Yalnız değilsiniz, zaman çarkının bir zerresi de sizsiniz. Şimdiye kadar sizden çok daha fena acılar çekmiş nicesi mevcut ve daha fazlası da kurtularak büyük lider olma yollarına devam etmişlerdir.

Bileğini tutarak "Lütfen utanmayın," dedi. "Size bunu söylemek istedim. Asla utanmayın. Yaptıklarınızdan dolayı duymanız gereken utanç değil onur ve cesarettir. Halka'nın görüp göreceği tüm büyük liderler kadar büyüksüzünüz ve başınıza gelenler bunu hiç bir şekilde küçültemez."

Duyduklarından etkilenen Gwen'in yanaklarından gözyaşları süzüldü, söyledikleri tam da duymaya ihtiyacı olan şeylerdi ve bunlar için minnettardı. Bunları biliyordu ve söylediklerinin doğru olduğunu mantığıyla kavrıyordu.

Ancak duygusal olarak bunları duyumsamak onun için hala zordu. Bir tarafı olanlardan sonra sonsuza kadar yaralı kalacağını hissediyordu, aslında bunun doğru olmadığını bilse bile şu an hissettiği buydu.

Aberthol gülümsedi, elinde şimdi daha küçük bir kitap vardı.

"Bunu hatırladınız mı?" diye sordu kırmızı deri kaplı kapağı açarken. "Çocukluğunuz boyunca tüm boş vakitlerinizi değerlendirdiğiniz en sevdiğiniz kitap buydu.Atalarımızın efsaneleri. Burada zamanınızı hoşça geçireceğinize yardımcı olacağını düşündüğüm ve özellikle okumak istediğim bir hikaye var. "

Bu davranış Gwen'i derinden etkilemişti ancak daha fazlasına dayanamayacaktı. Üzgünce kafasını salladı.

"Teşekkürler" dedi boğuk sesiyle, yanağından bir yaş daha süzüldü. "Ancak şu an daha fazlasına dayanamam."

Yüzüne hayal kırıklığı vuran öğretmen anlayışla başını salladı.

Ümitsizce "Başka bir zaman," dedi Gwen. "Şimdi yalnız kalmaya ihtiyacım var lütfen beni yalnız bırakın. Hepiniz," dedi, Steffen ve Illepra'ya dönerek.

Hepsi ayağa kalkıp başlarını eğdi ve odadan ayrıldılar.

Gwen suçlu hissediyordu ama bunu yapmalıydı, kendini bir topun içine hapsedip ölmeyi arzuluyordu. Kulak kabartınca odadan ayrılırken çıkardıkları ayak seslerini, kapıyı arkadan kapamalarını duydu, odanın boş olduğundan emin olmak için etrafına baktı.

Ancak öyle olmadığını görünce şaşırdı, orada yalnız bir gölge kapı girişinde her zamanki mükemmel duruşuyla dikiliyordu. Yavaşça Gwen'e doğru yürüdü, yatağa yanaşmadan bir kaç adım ötede yüzünde hiç bir ifade taşımadan durdu.