Mutlu Bir Son

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.

1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.

Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.

Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.

Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.

Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.

Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.

Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

ASKER HEKİMİ

Asker hekimi Binbaşı Etem Ali Bey, kırk beşle elli yaş arasında, kır bıyıklı, kırca saçlı, iyi yüzlü, sinirli bir adam. Kartaltepe’de 47. Alay açık ordu yerinde küçük bir çadır içinde hastaları muayene ediyor.

Açılır kapanır bir masa, ayakları ikide birde toprağa batan bir hafif iskemle, masanın üstünde bir defter. Hekimin gözünde gözlükler, hasta neferin künyesini yazıyor. Çadırın yanında birkaç nefer toplanmış mütevekkil, hareketsiz bekleşiyorlar. Çadıra giren nefere doktor soruyor:

“Adın ne?”

Yazmak için cevabı bekliyor. Neferde ses yok.

“Sağır mısın? Adın ne?”

“Benim mi?”

“Senin ya. Burada başka kimse var mı? Belli ki sana soruyorum işte, anlamıyor musun?”

“Anlıyorum ya, ‘Benim mi?’ diye sordum.”

“Oğlum, başka kime sorarım? Burada seninle benden başka adam var mı?”

“E, yoksa? Ben bilemedim de…”

“Bilemedinse şimdi bildin ya, söyle bakalım.”

“Benim adım Halil.”

Doktor yazıyor.

“Babanın adı?”

“Babamın mı?”

“Babanın ya. Yoksa bilmiyor musun?”

“Bilirim…”

“E, bilirsen söylesene.”

“Babam çoktan öldü.”

“Allah Allah! Canım, ben sana ‘Baban sağ mı?’ diye sormadım ki. ‘Babanın adı nedir?’ dedim.”

“Babamın adı Hamza Çavuş’tu.”

Doktor yazıyor.

“Nerelisin?”

“Afyonkarahisarlı.”

“Afyon’un içinden misin, köylerinden mi?”

“Kazasından…”

“Hangi kazadan?”

“Bolvadin’den.”

“Bolvadin’in içinden misin?”

“Yok, köylüğünden.”

“Hangi köyden?”

“Karığıyamık.”

“Ne diyorsun, anlamıyorum…”

“Karığıyamık…”

“Kargayanık mı?”

“He, Karığıyamık.”

“Zorla değil ya, herifin sözlerini anlamıyorum.”

Doktor biraz duruyor, düşünüyor, sonra:

“Git, şuradan hasta bakıcı neferlerden birini bana çağır.” diyor.

Nefer gitti. Biraz sonra, hasta bakıcı neferlerden biri geldi.

“Nerede o hasta nefer?” diye doktor sordu.

“Hangi hasta nefer efendim?”

“Canım, şimdi buradaydı, seni çağırmaya yolladım.”

“Bilmem, bakayım isterseniz.”

“Nasıl bilmem, efendim. Şimdi seni buraya kim çağırdı?”

“Siz çağırdınız dediler.”

“Ya Rabbi, sen bilirsin! İnsan deli olacak. Benim seni çağırdığımı sana kim söyledi?”

“Bilmem, bir neferdi.”

“Ulan, eşekler ve sivrisinekler senden akıllıdır. Git, seni çağıran neferi bul da gel!”

Hasta bakıcı çıkar, bir zaman sonra bir neferle gelir. Doktor, hasta nefere çıkışır:

“Ulan, nereye defolup gidiyorsun? Ben sana hasta bakıcıyı çağır demedim mi?”

“Çağırdım.”

“Çağırdın ama sonra sen kendin yıkıldın, gittin. Ben onu çağırdımsa senin dilini anlamak için çağırdım.”

Nefer hiç cevap vermez. Doktor, hasta bakıcıya:

“Sor bakayım, bunun köyünün adı neymiş?”

Hasta bakıcı nefere sordu:

“Hangi köydensin?”

“Karığıyamık.”

Hasta bakıcı, doktora döner:

“Kargıyanık…”

“O başka bir şey söylüyor, sen başka…”

Hasta bakıcı, nefere sordu:

“Kargıyanık mı?”

“He, Karığıyamık…”

“Efendim, Kargıyanık yaz.”

Doktor, bunun doğru olduğuna inanmadı ise de daha ziyade sözü uzatmak istemedi, “Karığıyanık” diye yazdı.

“Bu köylerin adını da kimler böyle koyar anlaşılmaz.” diye söylendi. Deminden beri bir şey anlamıyor gibi duran nefer dile geldi, doktora cevap vererek:

“Köyün yatırının adıdır.” dedi.

Doktor, bir şey anlamayarak:

“Ne diyor?” diye hasta bakıcıdan sordu.

“Köyün yatırı imiş hani!”

“Allah inandırsın, hiçbir şey anlamıyorum.”

Biraz sustuktan sonra hasta bakıcı anlatmak istedi:

“Bizim köylerde yatır olur, mezar… Biz ona yatır deriz.” dedi.

Çadır sıcak, doktor terledi. Ceketini çıkarırken ilave etti:

“Anlamadım.” dedi. “Gel sen şu ceketimi al.”

Nefere sordu:

“Hangi taburdansın?”

“İkinci tabur birinci bölük birinci takım…”

Doktor, kalemi bıraktı.

“Neren ağrıyor?” diye sordu. Nefer midesini göstererek:

“Yüreğim ağrıyor.” dedi.

“Çıkar dilini. Uzat bakayım elini.”

Hastanın ateşi yok. Hasta bakıcıya:

“Nerede kâğıdın? Yaz buna bir tertip İngiliz tuzu. Hasta çadırında istirahat. Yemek yok. Dışarı çıkarsa, yarın sabah çorba.”

Nefer çıkarken hasta bakıcı da gidiyordu.

“Sen kal burada! Bak, kim var orada, gelsin.”

İçeriye, esmer yağız, iri yarı bir nefer girdi. Doktor, gözlüklerinin üstünden bakarak düşünceli bir tavırla sordu:

“Adın ne?”

“Omar.”

Doktor yazarken “Ömer” diye tashih etti.

“Babanın adı ne?”

“Akusman.”

“Ne?”

“Akusman…”

“Ben anlamıyorum.”

Hasta bakıcıya:

“Ne diyor bu?” diye sordu.

Hasta bakıcı nefere:

“Ne diyon?” dedi.

“Akusman…”

Hasta bakıcı, doktora:

“Akusman diyor efendim.”

“Ulan, sen de onun söylediğini söylüyorsun. Akusman diye isim olur mu?”

Hasta bakıcı, doktorun neden anlamadığına şaşıyormuş gibi:

“Neden efendim?” dedi.

Hepsi, biraz sustular. Sonra doktor dedi ki:

“Sakın bu Ak Hüsmen yahut Ak Osman olmasın?”

Hasta nefer:

“Ha, Akusman.” diye tekrar etti ve nihayet anlaşıldı ki “Ak Osman”mış. Doktor, deftere yazdı. Ancak fena hâlde sıkıldı.

“Ben sizin gibi adam görmedim.” dedi. “Ne söylediğiniz anlaşılır ne anlaşılandan bir mana çıkar.”

Biraz durup düşündükten sonra, gene devama karar verdi.

“Nerelisin?”

“Karadeniz’den…”

Doktor, gözlüğünü çıkardı, gözlerini açarak nefere çıkıştı:

“Ulan insafsız.” dedi. “Karadeniz dediğin kara değil denizdir. Orada insan oturur mu? Sen balık mısın? Ben bir daha bu defteri tutmam. Kim isterse tutsun. Bunlar için verem olacak değilim.”

Biraz daha durup düşündükten sonra nefere:

“Senin evin, köyün yok mu?” diye sordu.

“Köyümüz Balveren.”

“Nerede bu Balveren? Denizde değil ya…”

“Değil. Karada.”

“E, karanın neresinde?”

“İskelemiz İnebolu.”

“Gördün mü, İnebolu kazası desene…”

Doktor, yazdı.

“Vilayetiniz neresi?”

 

“Vilayetimiz Kastamonu. Bizim köy Araç’a bakıyor.”

“Sizin köy Araç’a mı bakıyor. Sakın sizin kaza Araç olmasın?”

“Araç ya…”

Doktor, şaşkın şaşkın nefere baktı.

“Ulan hani demin İnebolu diyordun, bana da İnebolu yazdırdın.”

“İnebolu, iskelemiz.”

“Gel de bu millete lakırtı anlat. Ulan, ‘Karadenizliyim.’ diyorsun. Karadeniz size kaç günlük yol. Ben Karadeniz’in burnu dibinde doğdum büyüdüm de gene sordukları vakit Karadenizli diyemem. Karadeniz’i çok mu seversiniz, nedir? Bu kadar denizi seviyorsun bari seni gemilere verseydiler. Hangi taburdansın?”

“Birinci tabur…”

“Bölüğün?”

“Bizim bölük mü?”

Doktor kızdı, bağırdı:

“Bizim bölük mü ne demek? Elbet sizin bölüğü soruyorum.”

Hasta bakıcı, neferin bölüğünü biliyormuş, söyledi.

“Nedir hastalığın?”

“Böğrüm ağrıyor.”

“Göster bakayım neresi?”

Nefer, kalçasını gösterdi.

“Ulan orası böğür mü? Kalçanı gösteriyorsun.”

“Geceleri buram ağrıyor, sızısından duramıyorum.”

“Sen buranı bir yere vurdun mu?”

“Vurmadım.”

“Aç bakayım.”

Nefer soyundu. Kalçasında el kadar bir çürük görünüyordu.

“Bu nedir? Sen buranı bir yere vurmuşsun.”

Nefer, cevap vermedi. Bilmiyor.

“Götür bunu hasta çadırına. Pansuman ümid1 yapınız.”

Doktor, öğleye kadar ancak yedi hastaya bakabildi. Daha fazlasına kuvveti kalmadı. Hasta bakıcıyı çağırdı.

“Al bu defteri.” dedi. “Götür Naci Bey’e. Kalan hastaların adlarını, künyelerini yazsın. Ben bundan sonra isim yazmam. Bana yazılı getirin, ben muayene ederim.”

Sonra, seyyar karyolasının üstüne uzandı. Kendini hiçbir iş yapmamış ve çok yorulmuş buluyordu.

1931

BANKA MÜDÜRÜNE MEKTUP

Sabri Efendi beni evde aramış, yoktum, haber bırakmış. Ertesi günü kahvede buluştuk.

“Hayrola! Ne var, beni niye aradın?” dedim.

“Belki siz bankanın yeni müdürünü tanırsınız diyordum.”

“Tanımıyorum, ne olacak?” diye sordum.

Anlattı:

“Değirmeni yapmak için biliyorsun borca girmiştik ama senet değiştiriyorduk. Ben bu sene gene senet değiştiririz diye düşünüyordum. Müdür değişti. Bu yeni gelen müdüre benim hakkımda fena söylemişler. Hesabı keselim, diye tutturdu. Ben gittim, kendisine her türlüsünü anlattım. ‘Olmaz!’ dedi, dayandı. Arkamdan tebligatı da yaptırmış. Ben tahmin edemedim böyle olacağını, yoksa bir çaresine bakardım. Şimdi, arada bir yarın var. Yarın da buna bir çare bulamadık mı benim için hakiki felaket. Düşündüm, inkâr edeyim, mahkemeye gitsin. Orada uzatayım. Hiç faydası olmayacak. Bunu, gene dostlukla bitirmekten başka çare yok. Sen bu işi valiye söyletemez misin? Ona resmî bir adam söylese yapar. Siz bir mektup yazsanız, gene yapar.”

“Ben mektup ne diye yazayım? Bir defa herifi tanımam. İkincisi de ne derler: ‘Sabri Efendi’yle dostluğu vardır, bir iyilik için yapıyor.’ derler mi? ‘İşte parmağı vardır.’ diyeceklerine hiç şüphe etme.”

“Sizi bu memlekette herkes bilir. Sonra, yapacağı iş de nedir. Sekiz bin lira veriyorum, bu sene nihayetinde vereceğim. On altı bin lirayı da ödemek için taksite bağlayacağız.”

“Sabri Efendi, bu, büyük bir borç. Sen geçen defa bana dört bin lira bulmak için geldiğin vakit ‘Bankalara borcum yok. Hesapça ben onlardan alacaklı çıkıyorum.’ diyordun.”

“Ben o zaman senet değiştireceğimi düşünerek bu borcu hiç hesaba katmıyordum. Sonra buhranı da biliyorum. Alacaklarımdan hiç, on para alamıyorum. Malum ya, bizim alışverişimiz köylüyle. Heriflerde yok ki bana versinler. Devlet alacağını alamazsa ben nasıl alırım? İşin fenası, değirmen elden gidecek. Ben üst tarafına hiç ehemmiyet vermem. Tam da işler yoluna girmişti. Başka bankalar da krediyi kesecekler…”

“Senin başka bankalara borcun yok mu?”

“Yok olur mu? Hepsinde hesabım var.”

“Borcun ne tutar?”

“Ne bileyim, oturup hesap etmeli.”

“Şöyle tahminî?”

“On yedi, on sekizi geçer.”

“Sabri Efendi, bu çok ciddi bir iş. Sen bunun altından, bu yıllarda nasıl kalkarsın?”

“Şunu bir atlatsam, ötekiler hiçbir iş değil. Hepsini öderim.”

Belki de öder. Hiç bildiği işler değil. Ben olsam kederimden çıldırır yahut kendimi öldürürüm. Bunun elinden değirmeni giderse bu adam ne yapar? Baksan, kendi çok geniş görünüyor ama içi nedir kim bilir? Ben düşündüm kaldım. O beni kandırmak, valiye göndermek istedi. Gördü ki faydası yok, ayrıldı. Böyle batak işe girilir mi? Valiyi vasıta edeyim, sonra benim başım belaya girsin. Ölünceye kadar mahcup kalayım. Bir taraftan da acıdım. Memleketin çok çalışkan adamlarından biridir. Yazık, bu buhranlar yüzünden sönüp gidiyor. İçimde bir dert oldu, rüyalarıma girdi ama gidip kendisini arayamadım. Kimseden de yeni bir şey işitmedim. Değirmen de satılmadı. Kendisi de gene geziyor, işine bakıyor. Anlaşılmaz bir iş…

1931

BİR ŞEF

“Bak kardeşim, sana söyleyeyim. Benim bu adamdan ümidim yoktur. Böylesine yalancı pehlivan derler. Bazen işleyeceği tutar, kâtiplere bin tane boş, lüzumsuz liste yaptırır.”

“Hani bakayım, getir sen o kâğıdı yaptın mı? Olmamış. Ben sana ne dedim? Hepsinin yanında kırmızı ile bir numerosu olmayacak mıydı?”

“İşte, numaraları burada. Bak, benim bir kaidem vardır, sana söyleyeyim. İnsan, daima ufak bir defter taşımalı, ona not almalıdır. Şimdi sen evde görsen benim belki yüz tane böyle defterim vardır. Ta mektepten beri. Hem insan için güzel bir hatıra olur. Şimdi bu defterlerimi açınca, hemen yirmi senelik hatıraları sana sayarım. Yaaa! Seni yoruyorum ama onun bir faydası vardır.”

“Yok… Estağfurullah…”

“Yaaa. Hadi kardeşim, biz, bak burada memleketin bütün işini çeviriyoruz demektir. Bunun manevi zevki insanın kötü bir ömrüne değer… Değil mi?”

Liste yeni baştan yapılır. Ama zaten lüzumlu bir şey değildir. Sonra da hiç sorulmaz. Bir dosya içinde kalır gider. Ertesi gün başka bir vesile ile yeni bir kaide konur.

“Niye veriyorsun bu kâğıdı bana?”

“Bilmem, sizde durmayacak mı?”

“Faydasız. Bana verseniz gene size iade edeceğim. Benim bir usulüm vardır. Onu size göstereceğim. Bakınız ne kadar pratiktir. Hiç elde kâğıt bulunmaz. Sırası gelince size izah ederim. Bak, birlikte ne kadar güzel çalışacağız. Metot! Her şey metottadır. Metot olunca insan hiç yanılmaz. Görürsünüz işler ne kadar kolay bitecektir.”

O iş de bir tarafta kalır. Bir daha aranmaz. Kendisi, gelen telgrafları okur. İmzalar, havale eder. Biri yanına girerse, bir iş söylerse kızar ve kendini haklı bulacaklarını tahmin ederek der ki:

“Görüyorsunuz ne kadar işimiz var. Ben şimdi sizi dinleyemem ki… Dinlersem doğru olmaz.”

Ve nihayetini güya tatlıya bağlar:

“Siz bu işin bizden fazla emektarısınız. Bizi mazur göreceğinizi bildiğim için sizinle dertleşiyorum. Benim bir kaidem vardır. Bir adam iş yaparken onu bırakıp diğer bir işe kendini velev bir lahza olsun vakfederse hem o iş kalır hem o hem o… Hep buradayız değil mi? Daha çok görüşeceğiz. Çok hasbihâl edeceğiz. İş çoktur ama insan bir metot içinde ve arkadaşlarının samimiyet havası içinde çalışınca her şeye vakit bulur. Doğru değil mi? Yaaa! Biz hep samimi adamlarız. Bir memleket kurmak kolay mı? Bunun şerefi hepimizedir.”

Bunları söyler, kendi fikrince o adamı okşamış olur. Bazen gelenin çenesini de okşar ve herifin lakırtısını boğazına tıkadığının, boğduğunun farkında bile olmaz. Bazen, odasında meclis toplanmaya başlar. O meşgul görünür. Bir yazı okur. Sonra, güya dalgınmış da uyanmış gibi işi elden bırakır, sorar:

“Daha bütün arkadaşlar gelmediler galiba. Henüz vakit erken. Yavaş yavaş gelirler. Onlar gelinceye kadar benim için de birkaç dakika istirahat olur.”

Gerinir gibi yapar ve ilave eder:

“Bir sürşarj2 içindeyiz.” der.

Ancak bilmem samimi midir? Günün yarısını boşuna geçirdiğini bilir mi? Bir ufak kâtibin ondan on kat fazla çalıştığını bilir mi? Onun hâli benim hoşuma gider. Ben onun ne zaman yorgunluk göstereceğini, ne zaman kaide söyleyeceğini bilirim. İki zamanda kaide çıkarması muhakkaktır. Biri, eğer bir itiraza uğrarsa:

“Arkadaşlar ben, kıymetli arkadaşlarımızın söylediklerini dinlerken hayret ediyorum. Biz bunları yazarken onların düşündüklerini hiç düşünmedik. Hatırımızdan bile geçmedi. Onun için her vakit söylerim, bir insan kendi fikrine fazla ehemmiyet vermemeli. Cidden arkadaşlar, bunu aramızda müşterek fikirlerin husulü için söylüyoruz, bir insan kendi fikrine fazla ehemmiyet verirse, arkadaşımızın düştüğü hataya yüzde doksan düşer.”

Bu, bir kaide. İkinci şekli, birinin bir teklifini kabul ve ona iltifat etmek isterse gene kaideler:

“Beyefendi emir buyursanız da bu evrak gelince kalemden hemen bize verseler. Çünkü bilahare hepsi şey oluyor…”

Bu teklifin dalkavukluk olduğunu bilmez mi? Yoksa bilir de aldırmaz mı? Bana kalsa, teklifi halisane görür.

“Evet” der. “Hakkınız var. Zaten, bütün arkadaşlar biz aramızda âdet etmeliyiz. Her gün kalem bizim dikkat nazarımız altında olmalıdır. Ben, arkadaşlar, âdet etmişimdir, her gün gelince bir defa kaleme uğrarım. Dikkat ederseniz görürsünüz, hemen bütün evrakı bir günde çıkarmak benim büro mesaimin esasıdır. Bunu bütün arkadaşlar âdet etseler, burada hiç toplu iş kalmaz. Bunu, tabii bütün arkadaşlarım bilirler. Ben, yalnız fikirleri toplamak için söylüyorum. Yoksa bizim mesaimiz burada en modern mesaidir. Daha da olacak… Zamanla, ne esaslar koyacağız! Metot oldukça o daima kendi kendini itmam eder.”

Bu zavallı adamın hayatı kaide, gevezelik ve yelkovanı çıkmış saatin mesaisi gibi boşuna yorgunluk yahut yorgun görünmektir. Kendi çok yaşlı değildir. Ama iridir. Toraman, karaman bir adam. Ensesi, yanakları ve karnı şişkin durur. Hele karnı çok büyüyor. Ağzı ufak ve biraz içine kaçık gibidir. Bu iri hâliyle çevik bir adam görünür. Çeviktir. Ayağa kalkınca da hayli hızlı yürür.

1931

FİLANTROP

Birkaç genç toplanmış, hem bir gazete çıkarıyor hem lafazanlık ediyorlardı. Bir gün idareye bir genç daha geldi. Başı açık, arkasındaki pardösünün kuşağı sarkıyor, potinlerinin ökçeleri aşınmış, pantolonunun paçaları dilimlenmiş. Yakalığı yok, yakası ve saçları yağlı. Kapıdan girince durdu, orada olanlara baktı. Onlar da ona baktılar.

“Tanıştık mı?” dedi.

Hiç kimse cevap vermedi. Masabaşında bir sandalyeye oturdu.

“Ben.” dedi. “Buraya niçin geldim bilmem!”

Orada oturan gençlerden biri:

“Biz de bilmeyiz.” dedi.

“Siz de bilmezsiniz, doğru… Çünkü siz de kıçınıza bir matbaa sandalyesi olsun uydurmuşsunuz ve az çok karnınız da tok. Görüyorum ki rahat rahat konuşuyor ve yazı yazıyorsunuz. Okumuş yazmış mümtaz sınıfın lafazanlığını ediyorsunuz. Elbette bilmezsiniz. Ama ben sizleri biliyorum ya, yeter… Ben, bizim gibilere basamak olacak sizleri bir defa yakından görmeye gelmiş olduğumu sanırım. Ama siz de hükûmete gelince sakın bizlere serseri kanunu tatbik etmeye kalkmayın.”

“Hele şimdilik uzaktayız. Bir defa yerimize oturduğumuzu görelim de sonra konuşuruz!”

“Uzaktasınız! Evet. Biz daha uzaktayız. Ama bundan ne çıkar? Uzakta oluruz, yakınlaşırız.”

Esmer, kıvırcık saçlı bir genç, biraz sert:

“Bunlar iyi ya. Ama daha evvel, sen kimsin?” diye sordu.

“Ben bir adam. Kendimi tarif için size söyleyecek bir unvanım yoktur. Ben, benim. Bugünkü heyet içinde hiçbir şey. Yarınki heyet içinde ne olurum bilmem. Sizinle görüşmek için bir unvan söylemek lazım mı?”

“Siz bilir misiniz, buraya pek çok polis hafiyeleri gelir.”

“E, gelirler de ne yaparlar?”

“Hiiç, gelir oturur, inkılaplardan, komitalardan, açlıktan, susuzluktan dem vurur, sonra giderler.”

Bir başkası:

“Baksana efendi, bizi burada işi yok adamlar sanıyorsan aldanıyorsun. Biz burada çalışırsak karnımız doyar, anladın mı?” dedi.

“Hadi sen de şakacı!”

Sustular. Hepsi düşündü: “Bunun sonu yumruk pazarı mı olacak? Bu serseri nereden, hangi beladan başımıza düştü?”

 

İçeri, bu adamı tanıyan bir arkadaş girdi.

“Ooo Hamdi.” dedi. “Sen burada ne arıyorsun?”

Sonra, arkadaşlara takdim etti:

“Ultra komünist Hamdi yoldaş.” dedi.

Hamdi, kendisini takdim edenin yüzüne baktı:

“İftira etme.” dedi. “Komünist belki sizlersiniz, onu bilmem. Ben komünist filan değilim. Ben filantropum.3 Anladın mı? Bana bir unvan vermek istersen, bari böyle ver. İnsanlığın dostuyum. Sizin gibi yahut başkaları gibi insanların başlarına bela olacaklardan değilim. Hiç çalışmam da! Hapishanelerde yaşar dururum. Aç kalınca bir hezeyan eder hapse girerim ve zuhur edeceğim günü beklerim.”

Tanındığı hâlde, gene kimse bu adamdan hoşnut olmadı. Onu tanıyana, bunu buradan aşırmasını söylediler.

1931
1(Fr.) Pansement humide: Islak pansuman.
2Sürşarj: Çok çalışma, çok yüklenme.
3Filantrop: İnsanları seven, insanların iyiliği için çalışan hayırsever kimse.