Mendil Altında

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayat içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.

1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.

I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmeleri üzerine Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.

Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.

Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.

Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.

Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.

Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.

Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

HİKÂYELER

AVNİ HURUFİ EFENDİ

Kına gecesinde hizmet eden ev sahipleri; onlara yardıma gelen hamarat, becerikli komşular, saz takımından sarhoşlaşmış davetlilerden daha çok gürültü ediyorlar, bağırıyorlardı. Meze isteniyor, su getiriliyor; boş yere gidip geliniyor, bardaklar, tabaklar kırılıyor; küfürler ediliyor, bir karışıklık, bir kargaşalıktır gidiyor…

Tahrirat Müdürü Avni Hurufi Efendi, elli yaşlarında, tıknaz, kırca kısa sakallı, kırmızı yüzlü, çıplak kafalı bir efendi; bütün hatırlı misafirlerin alındıkları büyük odaya alınmış, bir köşeye yerleştirilmiş. Yaşlı adam, hatırlı adam, derviş adam. Şimdiye kadar kimseyi kırıp incitmemiş. Bütün memleketli ile hoş geçinmiş, yerli değil ama yerli gibi olmuş. Herkes hatırını sayıyor. Ortaya rakı masasına kalkıp yorulmak olmasın diye yanına bir küçük masa, üstüne rakısını, peynir mezesini, şekerli elmasını koymuşlar; sonra da sanki unutmuşlar. O da kimseyi istemiyor. Kesrette vahdet…1 Gıdasını içecek, sonra usulca evine savuşacak. Hem kendi âdeti bozulmamış hem de düğün sahiplerinin hatırı hoş edilmiş olacak.

Oturmuş içer, etrafını seyreder, ahkâmını çıkarırken yanına uzunca boylu, soluk benizli, gençten bir adam sokuldu. Selam verdi, çok terbiyeli, çok mahcup bir tavırla Avni Hurufi Efendi’nin yanındaki sandalyeye ilişti.

Avni Hurufi Efendi, bu genci tanımıyor ama düğünevinde, biraz da sarhoş olduktan sonra adam tanımak ister mi? İltifat etti, hatırını sordu, rakı ikram edecek oldu. Yeni gelen bu iltifata, bu hatır soruşlara ayağa kalkıp oturmakla, elini kaşına götürüp askerce selamlamakla cevap vermiş oluyordu. Biraz tuhaf ama eh, sarhoşluktur! Bu zavallı çokça içmişe benziyor, gözleri buğulanmış, biraz da kaymış…

Yeni gelen birkaç dakika sustuktan, önüne baktıktan sonra birdenbire söylemeye başladı. Yavaş sesle söylüyor, dili de dolaşıyordu.

“Ayak türabıyım.2 Âciz kulunuz… Allah sizi bana çok görmesin… Her zaman muhtacım. Âciz, Şevki bendeniz, efendimizin… Bandırma’da Salih Çavuş’un evinde efendimin hizmetine yetişmiştim. Sabık3 Liman Çavuşu Şevki bendenizim. İki bendezadeniz4 vardı, ömürlerini efendimize bağışladılar… Kölenizim. Gece gündüz…”

Avni Hurufi Efendi, iki ölmüş çocuk babası olan bu adama acıdı. Bu bir ricada bulunacak, bir yardım isteyecek sandı. Ona yardım etmeye, ona bir iyilik etmeye hazırdı. Eğer söz sırası gelirse diyecekti ki “Merak etme erenler, derdi veren devasını verir. Her şeyin bir kolayı bulunur.”

Şevki sözüne aralık verdi ama kaymış gözlerini Avni Hurufi Efendi’nin gözleri içine dikti kaldı. Çok çirkin, ağırkanlı olan bu bakış karşısında, Avni Hurufi Efendi sıkıldı. Bu adamı, çocuklarını döve döve öldürmüş, karısını da öldürecek bir adama benzetti.

Şevki, sandalyesini biraz yaklaştırmak ister gibi yaparak söze yeniden başladı:

“Âciz kulunuz, Şevki köleniz… Ellerinizi, ayaklarınızı öperim. Merhamet ediniz. (Meze tabağından ekmek alıp öperek) Şu nimet hakkı… Eğer bilsem efendimizin kurbanı olurum. Kurban… Sıkıyorsam, köpeğiniz olurum. Efendimize karşı benim kusurum çok. Füüüüüü… Sıkıyorsam, ellerinizden öperim, ayaklarınızdan öperim. Eğer kusurum oluyorsa… (Ekmeği alır öper.) Şu nimet hakkı. Ellerinizi…”

Şevki, Avni Hurufi Efendi’nin elini öpmek istedi. Avni Efendi çekinerek:

“Şevki Efendi oğlum, ne yapıyorsun? Senin bana karşı ne kusurun olur? Erenler hoş görürler! Sen hâlden anlar adamsın…”

Şevki, iri gözlerini dikmiş, Avni Efendi’nin yüzüne bakıyor, sözlerini sanki anlamamış gibi duruyordu. Böyle biraz baktıktan sonra yutkundu, söze başladı:

“Efendim, sen beni ne yaptın? Sen beni erittin.” dedi. “Sen beni erittin… Füüüü.... Ben elinden öpmeliyim. Ben…”

Şevki, tekrar Avni Hurufi Efendi’nin eline sarılmak istedi, o da nedense elini vermekten çekiniyor.

“Canım be evladım, bırak şu el öpmeyi! Güzel güzel konuşalım.”

Şevki, dinlemedi. Avni Hurufi Efendi, çok inat etse güreş etmek lazım gelecek masa, sandalye devrilecek, çaresiz elini öptürdü. Canı da sıkıldı.

Odada hiç kimse bunların köşesi ile meşgul değil. Biri ötekine sarhoş hulusu çakıyor,5 bir başkası yanındakini öpmeye çalışıyor, bir köşede genç bir efendiye gazel okutmak istiyorlar, o da nazlanıyor, biri kendi kendine zeybek oynuyor; ev sahipleri hizmet ediyorlar, hepsi ayrı bir havada…

Şevki, el öptükten sonra biraz sustu, yeniden başladı:

“Şevki kulunuzum, sabık Liman Çavuşu. Benim kusurumu affedin. Affetmezseniz şu nimet hakkı ateşte yanarım. Ölmüş bendezadelerinizin ölülerini öpeyim ki hilafım6 varsa…”

 

Şevki, durdu dinledi, söyledi. Yarım saat böyle geçti. Avni Hurufi Efendi’nin kulakları kızarmıştı; Şevki ekmek öpüp çocukları üzerine yemin ettikçe onun içine baygınlıklar çöküyordu.

Bir aralık savuşmak istedi ama sarhoş bırakıyor mu? Avni Efendi’nin kaçacağını anladıkça daha çok asılıyor.

“Ayağınızın türabıyım, çakeriniz7 efendimizi dünyada bırakmam…”

“Ancak sıkıldım erenler, bayılacağım…”

“Benim efendimize karşı olan kusurlarımı affetmezseniz, ben kimsenin yüzüne bakamam… Çakeriniz Şevki bendeniz. Sabık Liman Çavuşu. Bandırma’da efendimizin hizmetine yetiştim. Âciz…”

Avni Hurufi Efendi kurtulmak istedi, çok çalıştı. “Kabahatin yoktur.” dedi, “Affettim!” dedi, “Kusur bendedir.” dedi, iyi söyledi, kötü söyledi, sözün kısası ne dedi ise olmadı. Kendisini kurtarmaları için ev sahiplerine seslenecek, işaret edecek oldu; onlar kendi havalarında, hizmet ediyorlar, gözleri dünyayı görmüyor.

Şişman adam, yaşlı adam köşeye sıkışmış, bir yanında masalar, bir yanında Şevki, biraz da içmiş, yerinden fırlayıp kalkacak hâlde değil. Bütün kanı başına çıktı, üstüne bir fenalık gelir gibiydi. Son kuvvetiyle.

“Ya Ali!” diye bağırdı. Birdenbire ortalığa bir sessizlik çöktü, ev sahipleri koştular.

“Ne var, ne oldu?” diye sordular.

Avni Hurufi Efendi:

“Aman erenler!” dedi. “ ‘Kusurun yoktur.’ diyorum, ‘Vardır.’ diyor; ‘Pek güzel, vardır.’ diyorum, ‘Yoktur.’ diyor. Kalkacak oluyorum, salıvermiyor. Bayılacağım erenler, imanınız aşkına beni kurtarın!”

Şevki’yi hemen aşırdılar. Avni Hurufi Efendi’yi boş bir odaya götürdüler, pencereleri açtılar; en hamarat, en becerikli komşulardan Saraç İbrahim Efendi’yi yanına bıraktılar.

Avni Hurufi Efendi, açık pencerenin önünde mindere uzanmış, başını dinlemek istiyor, gecenin serinliği ona hoş geliyordu.

Saraç İbrahim minderin yanına oturmuş, konuşuyor:

“Ben.” diyor. “Akşamdan beri onu kolluyordum. Bilirim sarhoşluğu suludur. Ben içmem ama içenleri benden sor. Nasılsa gözümden kaçmış. Hay Mektupçu Bey hay! Demek sizi sıktı ha!”

“Sıktı da lakırtı mı erenler! Boğulacaktım.”

“Ya öyledir! Bilirim, bir defa rakı adamın beynine vurdu mu, çekiver kuyruğunu. Ben içmem ama sarhoşluk nedir bilirim. Nasıl da gözümden kaçmış! Fena oğlan değildir, değildir ya yalnız bu sarhoşluğu var. İçti mi, sulanır. Hay Mektupçu Bey, hay! Desene bayıltacaktı… Bayıltır, bilirim. Ben akşamdan beri onu kolluyordum ya gözümden kaçmış.”

Saraç İbrahim Efendi, oda kapısından bir delikanlıya seslendi:

“Nizamettin!” dedi. “Karşıki odaya baktın mı? Rakı isterlerse anahtar Hacı’dadır. Ben burada Mektupçu Bey’in yanındayım. Haydi oğlum göreyim seni! Komşu hatırıdır.”

Avni Hurufi Efendi, bu sefer de Saraç’tan kurtulmak için olmalı:

“İbrahim Efendi.” dedi. “Senin işin vardır erenler, bak işine. Ben burada biraz hava alıp sonra eve giderim.”

İbrahim Efendi razı olmadı.

“Yok, yok.” dedi. “Akşamdan beri ben koştum, biraz da onlar yorulsunlar. O değil, ben şu Şevki’yi düşünüyorum, nasıl da gözümden kaçtı! Sarhoşları sen benden sor. Yalnız Şevki’yi değil, kimi istersen. Ben Şevki’nin bu gece bir halt edeceğini biliyordum ya! Nasılsa gözümden kaçtı. Herif, seni bayıltacaktı desene.”

“Bayıltacaktı, erenler.”

“Bayıltır, bilirim. O, öyledir. Onun için ben de onu kolluyordum ya! Nasılsa gene bir aralık bulmuş.”

Avni Efendi kendini yorgun duyuyor, dinlenmek istiyordu. Eve gitmeyi düşündü “Olmaz.” dediler. Gene mindere uzandı. İbrahim Efendi anlatıyor:

“Sen sarhoş dedin mi, bana sor. Kim sulanır, kim kusar, kim uyur, hepsini bilirim. Bu Şevki’yi de hep bu gece kolluyordum ya. Neden mi dersen, tabiatını bilirim. Sulanır. En nihayet dediğim de çıktı.”

İbrahim Efendi’yi dışarıdan çağırdılar, gitti. Gene geldi. Avni Efendi başını köşe yastığına dayamış, gözlerini kapamış, uyuyor gibi duruyordu. İbrahim Efendi gene söze başladı:

“Ya!” dedi. “İnsan ne kadar gözetlese gene oluyor. Sarhoşluk hâli ayık adama hiç benzemez. Ben içmem ama sen sarhoşluktan ne istersen bana sor. Sana cevabını vereyim.”

Bir aralık bağırmak ister gibi Avni Hurufi Efendi ağzını açtı, gene kapadı. Saraç İbrahim farkında değil, söylüyor, onu dinliyor sanıyordu.

Avni Hurufi Efendi’yi kendinden geçmiş buldular. Evine bir yorgan içinde götürdüler. Sağ yanına inme inmiş. Hekimler epeyce çalıştılar, ilaç verdiler, kan aldılar ise de fayda etmedi. Bir hafta sonra kalıbı dinlendirdi.8

1925

EL MALININ TASASI

Yazın tatlı ılık günlerinden bir cuma günü sabahı, İstanbul’da, Boğaziçi iskelesinden birinde, Hurşit Efendi’nin kahvesi önündeki set üstünde, yıllanmış iki çınarın altında oturulur, kahve içilir, konuşulur; sabah postalarından çıkanlar, İstanbul’a inenler gözden geçirilir; kimlere misafir geldiği bilinir, tanınmadık biri gelse soruşturulur.

Kayıkçı Hasan’ın oğlu Cemal, olta balığı getirmiştir, İbrahim Paşaların damadı Binbaşı Şevki Bey’e ki köyün ileri gelenlerindendir; gösterir.

“Gene mi papel? Eve et yolladık, oğlum, hadi götür bakalım!”

Döner. Hasip Efendilerin Mahir Bey seslenir:

“Cemal! Daha varsa, ben de alırım.” der.

Şevki Bey de Cemal’e:

“Mahir Beylere bırak!” der.

“Yok Şevki Bey, valla olmaz! Ben başka varsa dedim.”

“Canım, teklif mi var?”

Balıklar, Mahir Beylere gider.

Tanınmış tavla oyuncuları vardır, oynarlar, şakalaşırlar, seyredilir, oyuna da karışılır.

Komşu beylerden ikisi, setin bir ucuna çekilmişler, tanıdıklarından bir tekke şeyhinin küçük kızının bir baytara9 nişanlı iken bir mektep çocuğu ile sevişip ona varmaya kalkıştığından tutturmuş, dedikodu ediyorlar; kızı, babasını, kardeşlerini çekiştirip duruyorlardı.

Kahve içinde, mahalle delikanlılarından ikisi, Bostancıların Nedim ile Tarakçıların Raşit, otuz yıldır şu karşıki köşede kömürcülük eden ve yazdan kayıklardan kömürü ucuz alıp kışın köyün yoksullarına taşı ile tozu ile pahalı satacağım, para kazanacağım diye uğraşıp topladığı beş-on parayı da veresiye kaptırarak bir boğaz tokluğuna çalışmış olan Arapkirli Hasan’ı, hiç kâğıt oyunu oynamazken birkaç aydır altmışaltıya10 alıştırmışlar, sıra ile yenip duruyorlar, üstelik:

“Git, kömürlere iki teneke su daha at! Bu parti de gitti… Sen artık bizim arpalığımız oldun! Tayıncı oldun…” diye kızdırıyorlardı.

Suyolcu’nun Aziz derler birisi, iki evinden birini her yıl olduğu gibi kiraya vermiş; kiracısı da hastalanmış, iki aydır yatıyor, kirayı da veremiyormuş. Aziz’in de geçineceği kıt. Hasta adamı da evden çıkarıp atmak olmaz, ne yapacağını şaşırmış, kalmış. Gelmiş, Şevki Bey’e dert yanıyor. Şevki Bey ne yapsın? Bir yandan Aziz’i dinliyor, arada başkalarına da laf yetiştiriyor. O sırada, Romanya posta gemilerinden biri, karşı kıyıdan sularda süzülüp limana iniyordu. Şevki Bey onu görünce tavla seyredenlerden birine seslendi:

“Arif!” dedi. “Seninki geçiyor.”

Arif, Tophane arpa ambarı kantar kâtibi. Otuz yaşlarında bir adam. Köyde, Saatçı’nın Arif diye tanınır, bu Romanya gemilerinin gönüllüsüdür. Bunları övmeye başladı mı başkalarına söz sırası bırakmaz. Başını kaldırıp gemiye baktı. Başkaları da baktılar. Belki de beğendiler. Gemi güzel.

Orada, Şevki Bey’in yanında oturan Kayserili Hacı Bey, bu bakışları ve beğenişleri çekemedi, kıskandı.

Bu adam, eskiden alay kâtibi imiş. Şimdi hazır yiyicidir. Dükkânlarının, fırınlarının geliri ile geçinir. Biraz da faizcilik eder. Bu son yıllar içinde köyde açılan İtilaf11 şubesine de reis olmuştu. Romanya gemilerini kıskanır, şunun için ki o Hidiv Şirketi gemilerini seviyor, bunu da orada oturanların hepsi bilirler. Arif gibi bir adamla çene yarışına girmek istememekle beraber, susup oturamazdı. Şevki Bey’e dedi ki:

“İşittiniz mi? Bu gemileri satıyorlarmış!”

“Yaaa! Niçin?”

“Satıyorlarmış işte…”

Gözleri tavlada olan Arif, bu sözleri bekliyormuş gibi hemen karşıladı:

“Yok, sokağa atıyorlarmış.” dedi. “Hacı Bey gene Hidiv gemilerini anlatacak!”

“Anlatsam ne olur? Sen her gün bunları anlatıyorsun ya!”

“Anlatıyorum ama bu benim merakım. Bak, kime istersen sor. Ben küçükten beri gemici sayılırım. Limana gelen bir gemiyi kaçırmam. Hangisini istersen sor. Sana bacasını, biçimini, boyasını söyleyeyim.”

“O, biçimle bacayla değil, oğlum!”

“Ya ne ile?”

“Yapı ile yapı! İngiliz yapısı üzerine yapı var mı?”

“Onlar bir günmüş, Hacı Bey. İngilizlerin pabuçları çoktan dama atıldı. Şimdi Ruslar bile gemi yapıyorlar ki kız gibi.”

“Bunları Ruslar mı yapmış?”

“Ben ne bileyim, kim yapmış!”

“Gördün mü, bilmiyorsun işte…”

“Neyi bilmiyorum?”

“Romenler yapmadı ya sen ona bak!”

“Ya Romenler yaptı ise?..”

Arif, Şevki Bey’e dönerek:

“Şevki Bey.” dedi. “Dinin aşkına! Sen Romenlerin gemi yaptıklarını işittin mi?”

“İşitmedim, Arif.”

“Gördün mü? Kime istersen soralım. Heriflerin mavna12 olsun yaptıklarını gören varsa ne istersen veririm.”

“Ben, bir şey istemem. Bildiğimi de bilirim. İngiliz gemisi üstüne gemi olmaz. Bu limanda Osmaniye gibi bir gemi daha bulamazsın.”

Arif, yerinden kalkıp bakındı. Sanki birini aradı. Setin kıyısında bir kız çocuğa bir çıkın13 verip “Dökme.” diye tembih eden bir adamı gördü.

“Hakkı!” diye seslendi.

Öteki:

“Ne var?”

“Gel buraya!”

Bu Hakkı, bir aralık Mısırlıların birinin yanında çalışmış, bir kere de Mısır’a kadar gitmişti. Arif, ondan sordu:

“Söylesene.” dedi. “Mısır’dan gelirken nasıldı?”

“Nasıldı?”

“Sen söylemiyor muydun? ‘Romanya bizi geçti.’ demedin mi? Hangi gemi idi, bindiğiniz gemi? Hidiviye’nin hangi gemisi?”

“Ben ne bileyim, bir gemi idi.”

“Ulan, adam mısın sen?”

Şevki Bey söze karıştı:

“Bilse ne olacaktı?” dedi.

“Hiç, Hacı Bey Osmaniye deyip duruyordu da eğer bunların bindiği Osmaniye ise görsün gemisini diyecektim. Romanya, çiğneyip geçiyor.”

Hacı Bey:

“Geçsin.” dedi. “Sen Osmaniye’yi, yarış eder mi sanıyorsun?”

 

“Etmez mi?”

“Etmez ya! Ne bir saat ileri ne bir saat geri! Hint postasını getiriyor, oğlum. Trene yetişecek. Sen Hint postası nedir, bilir misin? Hint teli nedir, bilir misin? Hüsnü Paşa bir kere, Hint telinden Atebe’ye bir telgraf yazacak oldu da kıyametler koptu.”

“Hint postasını getirmek iş mi? Hangi gemiye versen getirir.”

“Getirirdi, bekle… Onu Osmaniye getirir. On sekiz ocağı var. Sekiz ocakla kalkar, hava oldu mu, bir ocak; hava oldu mu, bir ocak daha. Saatinde geliyor.”

“Kırk ocağı olsa para etmez. Hiçbir gemisi Recel’e, Karol’a çıkışamaz. Gel bir gün bizim ambara, sana göstereyim. Bak kalkışına! İskele tornayt,14 sancak tornistan15 dedi mi, sular karışır. Gemiyi görürsün Üsküdar açığında. İzer, izer kavakları tuttu mu, filispit!16 Bir daha göremezsin.”

“Sen de görememişsin galiba.”

“Ben görmedim ama bilirim. Bir kere Kobra buradan tam yolla geçti de ne oldu? Bütün bu sandalları karaya döktü.”

“Çok marifet yaptı!”

“Yaptı ya! O, geminin erkekliğini gösterir.”

“Osmaniye geçse Şirket vapurlarını da karaya atar.”

“Attı! O şamandıradan kalkmayı becersin de! Bir çatana17 baştan, bir çatana kıçtan başını açacaklar da denize çıkacak!”

“Onlar, İngiliz kaptanlarıdır. Nasıl kalkacaklarını senden benden iyi bilirler, korkma!”

“Kim İngiliz? Osmaniye’nin kaptanı İngiliz mi?”

“İngiliz ya değil mi?”

“Değil ya!”

“E, nedir? Arap mı?”

“Nenin Arabı, kuyucu Hırvat be!”

“Yok, devenin başı…”

Arif, kahvecinin çırağına seslendi:

“Hüsnü! Ver şu gazatayı.”

Çırak gazeteyi getirdi. Açtılar. Posta ilanlarına baktılar. Şevki Bey okudu.

Osmaniye, Çarşamba-Pire, İskenderiye. Kaptan; Petriç.

“Gördün mü, Hacı Bey!” dedi.

“Neyi?”

“Neyi var mı? Petriç İngiliz adına benziyor mu?”

Hacı Bey düşündü. Petriç bir kasabadır. Belki İngilizler de böyle ad korlar.

“İngiliz adı olmadığını ne biliyorsun?” dedi.

Arif, Şevki Bey’e dönerek:

“Şevki Bey.” dedi. “Bak kuzum, bu ad İngiliz adına benziyor mu?”

“Benzemiyor.”

“Benzemiyor ya kime istersen soralım. İstersen, bahse girişelim.”

“Ben yeminliyim. Bahis tutuşmam. Bildiğimi de kimseden sormam. Sen gemileri bana mı öğreteceksin?”

“Ben de gözümün gördüğünü kimseden sormam.”

“Gözün ne gördü? Gemiye bindin, bir yere gittin mi?”

“Gitmedim. Sen gittin mi?”

“Ben gitmesem de bilirim, korkma!”

“A, öyle olunca ben daha iyisini bilirim. Ben yalı uşağıyım, Hacı Bey! Burada doğdum, burada da büyüdüm. Sor bana, Lüid’i, Pake’yi, Rus’u, Mesageri’yi… Hepsini sana birer birer sayayım. Bacasını, forsunu her şeyini… Görmeden düdüklerinden tanırım.”

“Tanırsan, öt bakalım Romanya gibi.”

“Ben öterim demedim, tanırım dedim.”

“Öt bakalım, öt!”

“Ben mi öteyim? Ötecek olsam şube reisi olurdum…”

Şevki Bey işin uzayacağını görerek;

“Arif!” dedi. “Uzatma!”

“İttihatçılar gelirse görürüm bakalım. Hidiviye ağabeyleri onları kurtarabilir mi?”

“Kısa kes dedik ya!”

Arif sustu. Hacı Bey de üstelemedi. Söz de burada kapanmış oldu.

Kahvede bu yârenlik olurken orada oturanlardan Liman Kâtibi Behçet Efendi’nin yanmış büyük yalı arsasının bir bucağına geçen yıl yaptırıp da daha boyatamadığı küçük yalısının bahçesinde, iki oğlu, on yaşlarında İrfan, yedi yaşlarında Adnan oynuyorlardı. Açık mutfak kapısından kadınların sesleri duyuluyordu. İki kardeş güzel güzel oynarken ne oldu ise birdenbire bir ağlama bir çığlık başladı. Kadınlar korktular, ayaklarında mutfak takunyaları burkularak bahçeye koştular.

“Ne var, ne oldu?”

Küçük oğlan, ağlayarak:

“Bu, benim vapurumu aldı!”

Kadınlar:

“Nerede, hangi vapurunu aldı?”

“Otuz yedi, benim vapurumdu, bu alıyor…”

Büyük oğlan:

“Yalan anne, kendisi verdi.”

“Benim vapurumdu, onun vapuru kırk bir. Versin benim vapurumu.”

“Allah senin cezanı versin! Ödüm koptu. Yılan mı çıktı dedim.”

Ablası, İrfan’a çıkıştı.

“Ne alıyorsun onun vapurunu?”

“Ben almadım, o kendi verdi.”

Kadınlar, mutfağa döndüler. Küçük oğlan bu yaygara ile vapuru kurtarmış oldu. Büyük kardeşi de:

“Alıcı, verici, kanlı gömlek giyici…” diye onu kızdırdı, öç almış oldu.

1912
1Kasrette vahdet: Çoklukta teklik, yalnızlık.
2Türab: Toprak, toz.
3Sabık: Önceki, eski.
4Bendezade: Alçak gönüllülük göstererek “benim çocuğum” anlamında kullanılan bir söz.
5Hulus çakmak: Dalkavukluk etmek, yaranmaya çalışmak.
6Hilaf: Yalan.
7Çaker: Kul, köle.
8Kalıbı dinlendirmek: Ölmek.
9Baytar: Veteriner hekim.
10Altmışaltı: Altmış altı sayı almakla kazanılan bir tür iskambil oyunu.
11İtilaf: Hürriyet ve İtilaf Fırkası.
12Mevna: Büyük, üç köşe yelkenli yük gemisi.
13Çıkın: Bir beze sarılarak düğümlenmiş küçük bohça.
14Tornayt: Teknenin ileriye doğru hareket etmesi.
15Tornistan: Teknenin geriye doğru hareket etmesi.
16Filispit: Tam yol, tam hız kumandası.
17Çatana: Küçük vapur.