Bir Kucak Çiçek

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

ŞU SOYADI KONUSU

Eczacı Etem Bey anlatıyor:

Soyadı için söylüyordum. Şu Ali Şevki, karısıyla Gölcük’e gitmişler, dönüyorlarmış. Trende geldiler, yanıma oturdular. Selam sabah derken, “Kendine bir soyadı buldun mu?” diye sordum.

“Çoktan.” dedi. “Siz bulamadınız mı?”

“Bulamadım.” dedim.

“Bu ne tembellik!” demez mi? Karısının yanında herkesin içinde! Tepem attı, tüylerim dikildi.

“Hiç tembellik değil sayın yurttaşım.” dedim. “Hele tembellik hiç değil. Ben sizler gibi geniş olamam” dedim. “Hiç de olmadım, bundan sonra da olacak değilim. Ben.” dedim. “Kendime, çocuklarıma, onların çocuklarıyla torunlarına, yüzyıllar boyunca yetişip yaşayacak insanlara, onların çocuklarıyla gelinlerine bir ad şey ederken geniş olamam, acele de edemem.” dedim.

Yüzüme baktı.

“Güzel.” dedi. “Ama dar olup ne yapacaksın?”

“Düşüneceğim sayın bayım.” dedim. “Oturup düşüneceğim. Hem de danışacağım, hem de arayacağım, sayın yurttaşım. Soracağım, çocukların, kardeşimin, onun çocuklarının ne diyeceklerini anlayacağım. İnsan kendine bir ad takmak fırsatını bin yılda bir ele geçiremez.”

“Neden?” dedi. “Kanun var, istersen mahkemeye gider, değiştirirsin!”

“Değiştiririm, sayın yurttaşım.” dedim. “Değiştiririm ama herkes benim yeni adımı belleyip alışıncaya kadar eski adı yaşar, sürer, sürünür gider. Bir benim adım değişse neyse! İşleri güçleri olan on beş kişinin adı değişecek! Ben ondan hoşlanmam.” dedim.

“Ben sordum, eski Türkler adlarını sık sık değiştirirlermiş.” diyor.

“Ben.” dedim. “Eski Türkleri bilmem. Yeni Türkler de bir ad kor, o adın kıyamete kadar sürmesini isterler. Bunun için de bu ad yıllarca dayanacak, rengi solmayacak, boyası has, dokuması sağlam bir ad olmalı.” dedim. “Anlaşıldı mı?”

“Böyle sağlam adı nereden bulacaksın?” diyor.

“Nereden mi?” dedim. “Kendi dilimden, kendi sözlerimden, kendi yaşayışımızdan, şiirimizden, tarihimizden, edebiyatımızdan, kırlarımızdan, dağlarımızdan, otlarımızdan, sularımızdan, geleneklerimizden… Anlatabildim mi?” dedim. “Ben.” dedim. “İvecen değilim, düşünmekten de korkmam.”

Karısı benden yana döndü:

“E, bizim düşünmediğimizi nereden biliyorsunuz?” dedi.

“Bilmiyorum, çok saygıdeğer bayan.” dedim. “Bilmiyorum. Bilemem de! Ancak sayın eşinizin tembel demesine karşılık ayıttım, genel olarak! Bununla beraber ivedi olur da kişi, adını da yahşırak yapar. Buna sözüm yoktur. Yalnız ben başaramam.”

Geçen günü oğlum gelmiş. Diyor ki:

“Baba herkes soyadını almış. Biz daha bir soyadı bulamadık.”

Kızdım.

“Ben.” dedim. “Kolay soyadı bulamam.” dedim. “Arayacağım. Şapkamı da önüme koyup düşüneceğim. Anladın mı?”

“Ben.” diyor. “Bir soyadı işittim, pek beğendim, eğer siz de beğenirseniz onu alalım.”

“Neymiş o soyadı?” dedim.

“Özkan.” diyor.

“Güzel soyadı ama…” dedim. “Ben adımı Oskan koyamam, anladın mı? Ne zoruma!”

“Baba.” diyor. “Bu Oskan değil, Özkan.” diyor.

“Anladım.” dedim. “Özenmiş, benzetmiş derler ya! O kadar da aklım yok mu? Hem…” dedim. “Asılırsan da Frenk sicimiyle… Öyle Oskan, Arkan, Artun, Toros bize yaramaz.” dedim.

“Ama herkes koyuyor.” dedi.

“Ben.” dedim. “Herkesin kâhyası değilim. Kimbilir ne zoru vardır da kor.” dedim. “Sever kor, benzetir kor, düşünmez kor, farkında olmaz kor, karısı, kızı beğenir kor, ben ne bileyim. Ben…” dedim. “Sevmem, beğenmem, benzetmek istemem; düşünürüm, bunun için de komam. Anlaşıldı mı?” dedim. “Hadi şimdi çek arabanı!”

Gitti. Gitmiş kardeşime, kardeşimin çocuklarına demiş ki:

“Oo, babama kalırsa daha yıllarca soyadı alamayız!”

Onlar da çocuk değiller mi? Özeniyorlar. Üzülmüşler.

Ertesi günü kardeşimin büyük oğlu geldi.

“Amca!” dedi. “Bizim arkadaşlardan ikisi bir soyadı bulmuşlar, babam beğendi. Eğer siz de beğenirseniz, biz de alalım, herkesten ayrılmamış oluruz!”

Güldüm.

“Ay oğlum.” dedim. “Soyadı herkesten ayrılmak içindir. Sen…” dedim. “Fakülte de bitirdin. Soyadının ne demek olduğunu bilmiyor musun?”

“Amca!” diyor. “Fransa’da da Düpon’la Düran çoktur.”

“Çoktur da iyi midir?” dedim.

“E, on beş milyon adı, nereden bulacağız?” diyor.

“Bu da yanlış.” dedim. “On beş milyon değil, üç milyon. Sonra…” dedim. “Bunun tasası sana mı düştü? Bunu düşüneceğine, bir güzel soyadı düşünsene!”

“Ben düşünmeyelim diye söylüyorum.” dedi.

“Ben.” dedim. “Senin gibi kafası tembel adam değilim. Anladın mı? Düşünüyorum. Bir gün de bulurum!”

O da gitti. Bir hafta daha geçti. Bir gün kardeşim gelmiş. Daha eczaneden girerken niçin geldiğini anladım.

“Ne o, soyadı mı?” diye sordum. Güldü.

“O da var.” dedi.

“Anlat bakalım.” dedim.

“Anlatacağım bu.” diyor. “Sen boş yere düşünüyorsun. Bizim memleketimizde soyadımız var, onu alalım, bitsin gitsin!”

“Sayın büyüğüm!” dedim. “Saygılarımı sunar, her sözünü de dinlerim. Yalnız bu hususta beni bağışlamanızı dilerim. Bize babamızdan ‘Oynaklar’, anamızdan da ‘Fıstıklar’ derler. Elimize yeni bir soyadı almak fırsatı geçmeseydi, ne yapardık bilmem! Oynak olmaktansa, belki Fıstık olmaya katlanırdık. Bilir misiniz sayın büyüğüm, aklıma ne geldi. Anamızın büyükbabalarından biri tombul, kısa boylu, şişman, eli ayağı ufak bir adam olmalıdır ki ona fıstık demişler. Böyle fındık fıstık gibi adları böyle adamlara gençliklerinde korlar. Diyelim, ‘Fıstık Hafız’ demiş olsunlar. Bu ad da kalmıştır. Bizler hadi neyse, böyle biraz gülünç bir adamın hafif adına katlanalım ama yarın, bizim soyumuzdan kimlerin yetişeceğini kimbilir! Yargıçlar, savcılar, profesörler, generaller, amiraller kimbilir, belki de bir devlet başkanı, yahut hükümet ya da meclis başkanı … Ben…” dedim. “Ne olursa olsun, bir devlet büyüğünün Oynak, Fıstık, Şeftali olduğunu, ya da Öpücük, Göbek olduğunu ne kadar istemezsem, bunları da o kadar istemem. Soyadıdır, ola da bilir, derler. Derler ama kulak asma. Bize yaramaz. Bunların yerlerine bir uydurma ad daha iyidir. Bunun için sayın büyüğüm, bu sizin dediğinizi onaylayamam.”

Ali Şevki’nin eşi bayan, sözümü kesti:

“Bizim.” dedi. “Soyadımız Özten. Bu adı beğeniyor musunuz?”

“Çok sayın bayan.” dedim. “Ben…” dedim. “Başkalarının soyadlarına nasıl karışabilirim. Beğenmiş, kendinize yakıştırmış, takınmışsınız. Buna söz olur mu? Bir arkadaşım da adını İbsen koydu. İsveçli bir edibin adıdır. Onu severmiş, kendini ona benzetirmiş. Bu fırsat çıkınca hemen adını almış. Bir başka arkadaşım da zavallı, çok iyi bir adamdır, bir ömür verem hastalığını taşıdı. Bir deri bir kemik denecek kadar kurudu. Kendini korkunç bir pehlivan sanırmış ki adını Çelikkol koymuş. Koyabilir. Buna karışmak olmaz!”

Ali Şevki’nin eşi;

“Yok.” dedi. “Karışmak değil; bizim adımızı nasıl bulduğunuzu anlamak istiyordum.”

“Ha!” dedim. “Evet anladım. Osten’e benziyor. Biraz kuzey kokusu olan bir ad. Hiçbir anlamı olmaması da güzelliği!”

“Niçin?” dedi. “Bu adın hiçbir anlamı yok mu?”

“Belki var ama sayın bayan.” dedim. “Ben bilmiyorum. Ayrı ayrı alırsak ‘öz’ü anladım, iç demek, aslı, kendi demek yahut buna benzer bir şey. Ama ‘ten’ dedim, ten ne demek?”

Bayan Özten kocasına baktı, kocası da bana baktı. ‘Ten’in içinden çıkamadılar.

“Bana kalırsa…” dedim. “Bu söz can demek ise ‘tin’ olmalıydı. Eğer değil de Fars dilindeki ‘ten’ ise, Ali Orhan, Ahmet Turgut gibi adınızın yarısı Türkçe, yarısı da başka dildendir. Yüzyıllarca yaptığımız gibi gene yaparız.”

“Biz.” dediler. “Ne demek olduğunu düşünerek almadık.

Komşumuzun çocuğu okulda duymuş, onlar beğendiler, aldılar.

Biz de beğendik, biz de aldık.”

“Çok güzel etmişsiniz, sayın bayan.” dedim. “Yalnız mahallenizde bu soyadını alanlar çoksa, sizi başkalarına anlatmak yahut başkalarını sizden ayırmak için bir ad daha ister. Bunu da tanıdıklarınız size takarlar. Özten’ler. Hangi Özten’ler? Boyacıların, Malmüdürlerinin Özten’ler gibi!”

Bay Şevki;

“Bize ad takmazlar, bizi eski adımızla anarlar.” dedi.

“Sayın bayım!” dedim. “Eski soyadınızı sorabilir miyim?”

“Bize.” dedi. “Eskiden ‘Yanıklar’ derlerdi.”

“Aman.” dedim. “Saygıdeğer bayım, bu ne güzel soyadı. Böyle güzel bir soyadınız var da niçin kullanmadınız, değiştirdiniz?”

Bayan Özten;

“Güzel ama…” dedi. “Öztürkçe değil!”

“Öztürkçe değil mi?” dedim. “Sayın bayan ben mi yanılıyorum?” dedim. “Yanıklar’ın daha Türkçesi olur mu?”

“Canım.” dedi. Sayın bayan, “Alkaner gibi mi, Bayarkun gibi mi, Özersoy gibi mi, Pakelli gibi mi, Özatakan gibi mi, Durukal gibi mi, Demirsel gibi mi…”

Sözünü kestim:

“Değil, sayın bayan.” dedim. “Bunların hiçbiri gibi değil. Eğer öztürkçe dedikleriniz bunlar oluyorsa Yanıklar soyadı, bunlardan değil.”

“Ya! Gördünüz mü?” dedi. “İşte Özten’i biz bunun için aldık.

Hem.” dedi. “Siz niçin öztürkçe ad takınmak istemiyorsunuz?

Şimdi moda herkes öztürkçe ad alıyor.”

“Yok.” dedim. “Sayın bayan, yanlış anlaşılmasın. Benim öztürkçe, özgetürkçe ayırdığım yok. Ben…” dedim. “Özüme ad yakıştıramıyorum. Birini yakıştırsam, özüne özgesine bakacak değilim. Siz…” dedim. “Kaynımı, sıska Behçet’i tanırsınız. Adını Demirkıran koydu. Her gönülde bir aslan yatar derler, doğrudur. O da kendini demir kıran görmek istermiş. Şimdi yeni adının altında rahat rahat oturuyor. Hüseyin Remzi’yi de tanırsınız, size de komşudur. Aldığı soyadı nedir biliyor musunuz? Ayıtan. Bu adı işittim, ne demek olduğunu anlamadığım için kendisinden sordum. Bu ayı ile tanın ne demek olduklarını bana anlatır mısın? Ayrı ayrı anlıyorum da aralarında ne yakınlık var, çıkaramadım, dedim.

‘Bu.’ dedi. ‘Ayıtmak mastarından bir tek söz, hatip demektir.’ ‘Güzel ama senin soyunda hiç imam, hatip yoktur. Bu nereden çıktı böyle?’ diye sordum. ‘Siz.’ dedi. ‘Toprak Bayramı’nda nutuk söylerken beni hiç dinlemediniz mi?’

Doğru, dinlememiştim. Ama bizim Remzi’nin de kendisini hatip sanacağını hiç ummazdım. Bu soyadı çıkmasaydı, bu hatiplik onun gönlünde kalacakmış.

 

Ben, gene ‘Güzel ama.’ dedim. ‘Bu Ayıtan’ın hatip olduğunu kimse anlamaz. Anlaşılır bir söz bulsaydın!’

‘Az mı aradım?’ dedi. ‘İşte bunu bulabildim.’

Ne olurdu sayın bayan, ben de kendimi bir şey sanaydım da iş yalnız öztürkçesini aramaya kalsaydı! Görüyorsunuz ki bu soyadı konusunda benim ağırdan alışım, bir tembellik değil, güç beğenirliktir.”

Bayan Özten;

“Ben…” dedi. “Sizin hesabınıza üzüldüm. Kendinize bir ad bulamazsanız ne yapacaksınız. Ben sizin yerinizde olsam, soyadı, içimi kurt gibi yer.” dedi. “Ya aradığınız gibi bir soyadı bulamazsanız ne olacak!”

“Sayın bayan!” dedim. “Ne yapacağımı ben de bilmiyorum. Aklıma geliyor ki, eski Türklerin yaptıkları gibi ben de büyüklerden birinden bir ad isteyeyim. Bir bitik yazıp, ona adsız olduğumu bildireyim. Bir yararlıkta bulunun, bana bir ad bağışlayın diyeyim.” dedim. “Son yapacağım da bu olsa gerektir.”

Sayın bayan sordu:

“Ya size, hoşunuza gitmeyen bir ad takarsa?” dedi.

“Saygıdeğer bayan” dedim, “büyükler soyadının ne olduğunu bizden daha iyi bilirler, bana iyi gelmezse de, koyacakları ad hoştur. Buna inanmış kimseyim.”

Bayan Ali Şevki bu düşüncemi beğendi.

“Soyadı almasaydık da biz de böyle yapsaydık, ne kadar iyi olurdu.” dedi.

Konuşmamız da böylece bitti.

KÜP KIRIĞI PABUÇ ESKİSİ

Hastane kapısı vuruluyor. Gece bekçisi Selim üst katta uyanıp alt kata sesleniyor. Ebe hanım da uyanmış, o da bağırıyor. Nöbetçi hekim uyandı: “Gene bir şey oluyor.” diye düşündüyse de kendini açamadı. Biraz sonra hasta bakıcı Selime’nin sesi:

“Canı çıkası herif, yatağa girdi mi öldü sanırsın. Herkes uyur ama böylesini hiç görmedim! Başında tencere dövsen, yüzünü oynatmaz! Mustafaaa!”

Hastane yapılmış bu dört katlı apartmanda uyanmadık tek kimse kalmaz.

Biraz sonra aşağıda bir kapı açıldığı, sonra da ağırca bir şeyin devrildiği duyuldu. Devrilen, büyükçe bir şey olmalı ki gürültüsü odalarda bütün apartmanda perde perde uğuldadı!

Selime’nin sesi:

“Hay kör olası, dağların şenliği, bak şimdi başhemşire hanımın saksısını devirdi. Yarın sen görürsün…”

Bu arada aşağıdan kapıcının sesi, gece nöbetçisine çıkışıyor:

“Ulan, kulağına zift mi döktüler… Kapıyı duymuyor musun?”

Homurtular! Kapı açıldı. Anlaşılmaz sesler. Merdiven başından ebe, aşağıya seslendi:

“Ne olmuş?”

Aşağıdan bir şeyler dedilerse de, uykusu açılmış olan nöbetçi hekim anlayamadı. Ebe hanım da anlayamamış olmalıdır ki, terliklerini şakırdatarak indi.

Hekim, ebenin kendi odasına geleceğini sandıysa da doğru çıkmadı. Ebe kapıya iniyor. Arkasından hademelerden biri de indi. Biraz sessizlik. Sonra konuşmalar. Daha sonra gürültü. Gecenin sessizliğini bozan bu gürültülü konuşmaların uğultusu yukarı katlara genişleyerek, sağırlaşarak çıkmaya başladı.

“Sağdan oğlum, tut, bırakma!”

“Dönme, dur. Düşüreceksin!”

“İtme ayol! Sıkıştım, görmüyor musun? Barsaklarım dökülecek.”

“Sen çekil, ilişme!”

“Hadi, kaldır.”

Doktor dayanamadı. Yataktan fırlayıp koridora çıktı.

Hasta gelmiş. Sedyeyle apartmanın dar, dolambaçlı merdivenlerinden çıkarmaya çalışıyorlar. Üç hademe, ebe, hasta bakıcı merdivenin orta sahanlığında sıkışmışlar, sedyeyi çevirmeye çalışıyorlar.

Köşeye sıkışmış olan ebe hanım, hekimi görünce;

“Böylesine hiçbir yerde rastlamadım doğrusu.” dedi. “Burası hastane değil, minare merdiveni! Her işin üstüne hademelik de bize kaldı! Kaçacağım, tövbeler olsun, bir fırsatını bulayım!” diye ağız yaptı.

Hekimden de bir karşılık bekledi.

Doktor, gürültüyü artırmamak için sesini çıkarmadı. Biraz sonra sedye yukarı çıkarılıp koridora konuldu.

Hademeler, saçları dağınık, göğüsleri açık, uzun uçkurlu donlarıyla sersemce durmuş bakışıyorlardı.

Ebe hanım, iğrenmiş gibi yüzünü buruşturdu. Selim, yılışık yılışık sırıttı. Yüzünde, zor bir işi başarmış adamın sevinci vardı. Merdiven başındaki koğuşun açık duran kapısından hastalar başlarını uzatıp koridordakilere, yerde duran sedyeye bakıyorlar. Hekim, hademeleri aşağıya yolladı, sonra ebeden sordu:

“Neymiş?”

“Bilmiyorum, daha sormadım.”

Koridorun kapısında duran yabancı bir adam, elinde tuttuğu şapkayı birkaç kere çevirdikten sonra;

“Sancılandı, doktor bey.” dedi. “Sonra da kan boşandı.”

Hekim, hastanın üstündeki örtüyü açtı. Genç denecek yaşlarda bir kadın. Solmuş. Çukura batmış, yarı açık duran gözleriyle doktorun yüzüne baktı. Çamaşırı ile yarı açık duran bacakları kan içindeydi.

Doktor;

“Ne zaman oldu?” diye sordu.

“Dünden beri kanıyormuş. Geçer diye beklemişler; hasta kendinden geçmiş.”

Burada her gün bir örneğine rasgelinen bir düşük olayı! Mahallenin, çocuk düşüre düşüre bilirkişilik kazanmış kadınları bu gençlere akıl verir, ilaç yapar, tedaviye kalkarlar. Bu toy genç kızlar da böyle kanlar içinde kalır, bazıları da ölürler. Ölmeyenleri de sakat kalır. Sorulunca da su taşıdı, rüyasında korktu, sandık kaldırdı gibi bir sürü yalan hazırdır.

Doktor;

“Gürültü etmeden hastayı masaya kaldırın, aletler hazır olunca bana haber verin.” dedi. Odasına girdi.

Hava sıkıntılı. Pencereyi açtı, bir cıgara yaktı.

Ne kadar alışılsa da düzensizlik insana üzüntü, yüreğe darlık verir. Bu apartman, bu dar merdivenler, dar kapılar, bu hademeler, bu hasta bakıcılarla; bu hastane burada kaldıkça her şey düzgün olsun, gürültü olmasın, kimse uyanmasın diye çalışmak boşunadır. Burada çalışmayı göze alanlar, bu düzensizliğe alışacaklardır. Hekim, “Ben de artık alıştım.” diye düşündü.

Biraz sonra kapı vuruldu. Hastayı hazırlamışlar. Doktor öteki odaya geçti, hastayla meşgul oldu.

Kadın o kadar kan kaybetmiş ki az daha ölecekmiş. Ameliyatın acısını bile duymuyor. Doktor, “Olsa da bu zavallıya hiç olmazsa bir şişe kan verilse.” diye düşündü. Ne gezer!

Ebe hanım, doktorun yanında hem ışık tutuyor, hem de söyleniyor.

“Başhemşire hanımın büyük saksısını kırdılar. Serin olur diye, merdiven başına koydurmuştu. Mustafa çarpmış. Yarın kıyametler kopar. Ben aşağı inmeseydim, Allah bilir, hastanın da bir yerini kırarlardı.”

Hekim kısaca;

“Haklısınız.” dedi. Söz kesildi.

İş bitti. Hastayı yatağa aldılar. Hekim, odasına girdi. Ebe hanımla hasta bakıcılar da odalarına gittiler. Sessizlik odayı kapladı.

Ertesi gün, doktor, başhekime gece geçen gürültüyü anlattı.

Başhekim, okuduğu gazetenin arkasından;

“Öyledir efendim.” dedi. “Bunlar olağandır, alışmalı!..”

Hekimden önce de başhemşire işi başhekime anlatmış; büyük saksısını kırdıklarını da idare müdürüne anlatmaya koyuldu.

İdare müdürü dedi ki:

“Hastaneye hasta gelmiş de, merdiven darmış da saksı kırılmış… Küp kırığı, pabuç eskisi! Ben başhekim olsaydım seni odadan kovardım. Dua et ki sesini çıkarmamış!”

Eylül 1945

GEÇMİŞ GÜNLER

Bir aralık, birçoklarını ilgilendirmeye, boş yere umutlara düşürmeye başlayan bir iç politika dedikodusunu önleyip arkadaşları yatıştırmak için Sadrazam Paşa’nın konaklarında yapılan bir toplantıdan sonra, o toplantıda bulunanlar akşam yemeğine de alıkonulmuşlardı.

Nazırlardan hemen hepsi, merkez azaları, âyandan birkaç kişi, mebusların hatırlıları ile ateşlilerden kalburüstüne gelenleri oradaydılar.

Yemeği, selamlık dairesinin üst katındaki yemek salonunda yediler.

Nazırların hususi kalem kâtiplerinden o gece orada bulunanlar ile Sadrazam Paşa’nın dairesi efendilerinden bir ikisi, yaverler, mühürdar beyin yemek yediği odada toplanıp karınlarını doyurdular.

Yemekten sonra, nâzırlardan birinin yeğeni, Sadrazam Paşa’nın da pek inandığı, pek beğendiği efendilerden biri olan, uzun boylu, yakışıklı, terbiyeli, bilgili bir delikanlı, eski paşalardan birinin de oğlu olup iyi terbiye görmüş bir yavere;

“Hadi, biraz gidip görünelim, sonra savuşuruz!” dedi.

İkisi yukarı kata çıktılar.

Nazırlar yemeklerini yemiş, büyük salona geçmişler, ayakta kahvelerini içiyor, konuşuyorlar. Sadrazam Paşa ile âyandan bir-ikisi, daha içeri, sarı salona geçip oturmuş olsalar gerek.

Bu büyük salonda toplananların çoğu redingotlu, kolalı yüksek yakalıklı, fesli beylerdi. Aralarında iki asker, birkaç da sarıklı efendi var. Redingot giymemiş olanlar da kara ceket, yelek, çizgili pantolon giymişler.

İki genç, kapının boyunca uzanan perdenin yanında görününce, Sadrazam Paşa’nın adamı olmak dolayısıyla, birtakımları, onlara bakıp sırıttılar, bir-ikisi de yanlarına gelip teklifsizce konuşmaya başladı.

Nazırlardan biri;

“Ne o?” dedi. “Nerden böyle?”

Delikanlılar terbiyelerini hiç bozmayarak;

“Aşağıdaydık!” dediler.

“Ne vardı aşağıda?”

“Hiç. Yemek yedik. Behzat gelmişti, onu dinliyorduk.”

“Neler anlatıyor?”

“Anlatıyor… Paşa Hazretlerine Tunus muzu getiriyormuş. Gümrükte bırakmış.”

“Niçin?”

“Zekâtını aldılar, hediyelik yeri kalmadı, diyor. Efendim, muzlara beyanname istemişler. Bu da verecek olmuş. Sonra menşe şahadetnamesi sözleri olmuş. Daha iyice anlaşamadan gümrükçünün biri, muzlardan birkaçını, teklifsizlikle koparmış. Bunu görünce Behzat da iki salkım muzu oradakilere dağıtmış. Pek hoşlarına gitti, benim çantalarımı aramadılar, diyor.”

Yakında bir başkasıyla konuşan bir bey, kulak misafiri oluyormuş; döndü, delikanlıdan;

“Kim bunu anlatan?” diye sordu.

“Behzat.”

“Uydurur geveze!” dedi.

İlk gelen nazır, yan gözle arkadaşına baktı:

“Ne demek?” dedi. “Sanki sizin gümrükçüler böyle şeyler yapmazlar mı?”

“Yoook, onun için söylemedim. Bizim gümrükçüler daha neler yaparlar! Yalnız Behzat da olmamış şeyleri olmuş gibi anlatır, herkese de dinletir de…”

Yeni sokulan bir başkası, belki bir mebustur;

“Beceriksizlik etmiş.” dedi. “Birine birkaç kuruş verseydi, muzları geçirirlerdi!”

Delikanlı, soğukluğu iliklere işleyen donuk bir sesle;

“Evet efendim!” dedi.

Bu “evet efendim”den ne anladıysa o adamcağız;

“Bununla beraber, bizim gümrük işleri, esaslı bir surette ele alınacak bir meseledir.” diye ilk sözüne bir eklenti yaptı.

Oraya ilk gelen nazır;

“Yalnız bir gümrükler mi?” diye sordu. “Bir ele alınmayacağını da göstersenize?”

Söz kızıştı. Hepsi bildiklerinden birkaç yolsuzluğu anlatmaya koyuldular. Neler de biliyorlarmış… Ne acı, ne akla gelme hikâyeler! Yahudinin biri İstanbul’dan nalın almış, Tekirdağı’na götürmüş. İskelede nalınları almışlar, “Ormaniyye12 isteriz!” demişler. Ormaniyye olur, olmaz, iş uzamış, mahkemeye düşmüş. Git, gel, aradan iki yıl geçmiş, herif nalınlardan vazgeçmiş. “Ormaniyye”’almışlar, ceza da almışlar.

Biri sordu:

“Bunu yapan orman mı, gümrük mü?”

“Bunun gümrüğe dokunur yeri yok ama belki de gümrük yapmıştır. Belli olur mu?”

Biri daha bir hikâye anlatacak oldu:

“Bak nazır bey, dinle…” diye başlayacaktı, nazır.

“Nesini dinleyeyim be birader.” dedi. “Bende bu hikâyelerin dağlar gibi dosyaları var. Ne yapacaksın? Teftiş edin, dersin. Müsteşarın adamıdır, ayak sürürler. Sen teftiş oluyor sanırsın, öğrenirsin ki hiçbir şey yapılmamış. Efendim nenize lazım, sonra size baş ağrısı olur, diye müfettiş gelip bana akıl öğretir. Atın şu kokmuş herifleri, getirin gençlerden kimse yok mu, desen, ilkin Mecliste sizler başlarsınız, ‘İyi adamdı, işten çıkarmış. O dairenin direğiydi, şimdi orası da yıkılacak…’ dersiniz. Bizde on beş yıldır teftiş görmemiş daireler var. Yeni…”

Nazır ağız kızgınlığıyla az daha, “Yeni nazır olmuşsun, yerini ısıtmaya bakacaksın, yüzyıllardır düzelmemiş işleri düzeltecek değilsin ya!” diyecekti, kendini tuttu. Bu kadar söylediğine de pişman oldu. Bugünkü toplantıda kendisine dokunur birkaç dikenli söz olmasaydı, belki söylediklerinin hiçbirini söylemezdi. Bu delikanlı kâtibin, bu sözleri Sadrazam Paşa’ya kadar götüreceğini düşünerek canı sıkıldı.

Bundan önce söze başlamış olup da bir hikâye anlatmak istemiş olan bey;

“Canım nazır bey.” dedi. “Bu kadar da üzülmeye değmez. Bir şey olmadığını biz de biliyoruz. Bizimkisi laf. Sen bak hikâyeyi dinle: Geçende bir motor Heybeli’ye gider, benzini biter. Benzin alacak olurlar, memur olmaz der. Nasıl yapalım, derler. Buradan kalkar Büyükada’ya gidersiniz, bir istida verirsiniz. Onu, buraya havale ederler. Getirirsiniz bize. Biz benzincinin istihkakını düşeriz, siz de benzini alırsınız, diye yol gösterirler. Biz Büyükada’ya kadar gittikten sonra benzini de oradan alırız, demişler. Memur, eh öyle de olur, demiş. Yalnız sen bize oraya gidecek kadar benzin ver, demişler. Memur, korkarım, veremem, biz de çoluk çocuk besliyoruz, demiş.

 

Sandalla gitseler, gece karanlık, hava sert. Ne yapsak, diye düşünür dururken akılları başlarına gelmiş. Benzinciye, git şu memur ile anlaş, demişler. Benzinci de gitmiş, iki liraya anlaşmış. Onlar da benzini almışlar. Güzel mi?”

Nazır ne diyecekti bilmem. Bir mebus söze karıştı:

“Hikâye güzel ama burada memurun ne yolsuzluğu var? Ya, benzini vermem, diye tuttursaydı, daha mı iyi olacaktı? Ben, biraz para alıp da halka kolaylık gösterenlere, yolsuzluk yapıyor, diyemem doğrusu! Talimat yanlıştır. Ona tutunur, para da almaz. İş de yapılmaz. Buna kızarım.”

Şişmanca bir adam, sözün başında bulunmamıştı. Ne konuşulduğunu da belki iyice anlamadı, ancak kendi düşündüğünü söyledi:

“Bunlar için esaslı bir prensip kararı alınmalıdır.” dedi. “Yolsuzluk, evet olabilir; ancak çaresi de bulunabilir, efendim?”

Orada bulunanlardan birkaçı, bu sözleri anlamış göründüler.

Sahiden anladılar mı, ne anladılar? Bilmem. Söyleyen de bu lakırdıları ettikten sonra oradan ayrıldı.

Oraya ilk gelmiş olan nazır;

“Benim bildiğim bu gümrüklere bir şeyler düşünmeli. Bütün yabancılar memleketimize girince onlarla karşılaşıyor.” dedi.

Bir başkası;

“Ya bizim karşılaştıklarımız?” diye sordu.

“Canım, biz kendi içimizde nasıl olsa oluruz. Bak, geçende Samsun’dan birkaç kişi bana gelmişler. Gemilere mal yükleten tüccardan bir beyanname istiyorlarmış. Eh, vapur sabaha kadar mal yüklüyor. O saate kadar gümrükçüyü orada tutabilir misiniz? Herifler beşer lira verip imzalı birer beyanname alıyorlar, kendileri dolduruyorlarmış. Bunun hiçbir faydası yok, bizi şu beş liradan kurtarın, diyorlar. Ben dinledim,olur yahut olmaz hiçbir şey söylemedim. Çünkü, niçin, eh! Kendi içimizde bir iş. Olsa da olur, olmasa da!”

Yeşil sarıklı, kısa boylu bir mebus;

“Dilenci bir olsa yağla, balla besle.” dedi. “Yabancılar gümrükle karşılaşıyor da polisle karşılaşmıyor mu? İşi olan adam hepimizle karşılaşıyor.”

Bunları konuşanlar nazırların, merkez azalarının, mebusların ufak tefekleriydi. Devlet adamlarının ileri gelenleri böyle sözlere karışmaz, ağır dururlar. Onlar da konuşsalar, başka türlü konuşmazlar ama hiç olmazsa susmanın ne kadar değerli olduğunu anlamışlardır.

Bunların birkaçı Sadrazam Paşa’nın yanına geçmişler, birkaçı da kendi aralarında ağır işler konuşuyor gibi görünüyorlardı.

Bir aralık içeriden biri geldi. Nazırlardan birine;

“Sadrazam Paşa, ‘Oynamayacak mısınız?’ buyuruyorlar.” dedi.

“Hayhay, emrederler.”

Hepsi briç masalarının olduğu odaya doğru yürüdüler. Birkaçı da sessizce savuştu. Bu arada genç kâtip ile yaver de savuştu. Bir yerde eğlenti varmış, Denizkızı Eftalya da getirtilecekmiş, onu dinlemeye gittiler.

Ulus, 13 Şubat 1949
12Orman ürünlerinden alınan bir vergi.
Bepul matn qismi tugadi. Ko'proq o'qishini xohlaysizmi?