Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «Cehennemden Selam», sahifa 4

Shrift:

Miladi 14’üncü asrın ortalarına doğru Fransa’nın kuzeyinde meydana gelen çiftçi isyanı gibi “Karamit”in kulları da Doğu âleminde ilk köylü ihtilalini yapmışlardı. Fakat iktisadi değil, mezhebî ve yırtıcı bir hücum ile!40

Çelebi Mehmet devrindeki Şeyh Bedrettin-i Simavi, aynı yollardan giderek o çok tehlikeli ve çok büyük bir dinî isyanı ilan ve idare edebilmişti. Karmati gibi o da yeryüzünün bütün zenginliğinin kendilerine vadedilmiş ve ait olduğunu müritlerine temin etmişti.

Misalleri çeşitlendirmekten kaçınıyoruz. Gösterdiğimiz örnekler, bir şeyhin ruhunda daima fırsat bekleyen, parlamaya hazır bir itikatsızlık rüyetinin mutlaka yaşadığını lüzumu kadar ispat eder. Yalnız muhterem okuyucunun şuna inanmasını isteriz ki İslam’ın göğsünden doğan “Karamita” mezhebi mensuplarının bir zamanlar Mekke’yi de tahrip ettikleri tarihi bir hakikattir.

Ebu Tahir isminde bir adamın reislik ettiği yeni mezhep salikleri bir hac mevsiminde mukaddes şehre hücum etmişlerdi. Haccac’ın korkutması ve dehşeti tasviri imkânsız idi. Erkekler ağlayarak, dua ederek Kâbe’nin duvarlarına tırmanıyorlardı. Kadınlar, sığınacak bir yer bulamamaktan kederli, ah ve inleme içinde yerlerde sürükleniyorlardı. Fakat saldıranlar aralıksız ilerliyorlardı. Önlerine rast geleni kılıç darbeleriyle öldürüyor, atların ayakları altında çiğniyorlardı. Ebu Tahir dertli hacılarla alay ederek “Siz hakikaten eşeklersiniz. Bu toprağın darülislam olduğuna inanıyordunuz. Bu eman ve selamet nerede?” diye bağırıyordu.

İşte Allah’ı bir, peygamberi hak, Kur’an’ı mukaddes tanıyan bir mezhep ki onun salikleri, Kâbe’yi tahrip etmekte bir sakınca görmemişlerdi. Ve oradan Hacer-i Esved’i ganimet diye alıp dokuz sene yanlarında taşıdıktan sonra, bugünkü evrak-ı nakdiye hesabıyla, iki yüz bin lira karşılığında geri vermişlerdi.

Ruhen böyle alçak bir istidat taşıyan şeyhlerin zevk ve haz namına yapılmadık şey bırakmayacakları kolaylıkla anlaşılır. Gerçekten tekkeler, baştan başa bir zevk ocağı, bir aşk yatağı idi. Her şeyhin mutlak ve mutlak sürülerle sevgilisi bulunurdu. Hariçte tespihi elinden düşürmeyen şeyhin, halvetgâhında meşgalesi pek başka olurdu.41

Aşk denilen şu herkesin bildiği duygu, onlarca hakiki ve mecazi namıyla ikiye ayrılmıştı. Her güzel şey, cansız veya canlı olsun Allah’ın kudretinden bir numunedir. Eserdeki güzellik, eser sahibinin ilahi cemalinden bir zerredir; nasıl ki gök gürlemesi, şimşek ve her türlü afetler de Allah’ın celalinden bir nişanedir.

İnsan mükemmel varlık olduğu için bilhassa ilahi sıfatlara aynadır. Cazibeli bir göz, göz çeken bir sine, güzel bir endam, hep, hep Allah’ın cemalini hatırlatır. İşte böyle, abitçe ve zahitçe bir hatırlatmaya vesile vereceği içindir ki güzel yüzlü gençleri sevmek sırf ibadettir! Gençlerin aşkı ruh rehberi olarak görülerek aşkullaha ulaşılır! Hakiki aşk ile mütehassis42 olduktan sonra, güzellerle eş olmakta, onları kucaklamakta ve öpüp okşamakta hiçbir mahzur yoktur. Bu kucaklamalar, bu buseler tıpkı bir çiçeği koklamak gibidir.

Çiçeğin koklanırken soldurulması ihtimali, şeyhlerin yanında hatıra getirilemezdi. Bu cüreti gösterenler, derhâl hazret-i pir-i destgirin gazabına havale olunurdu.

Çer çöp ve hatta zararlı haşereler mesabesinde olan avam, hakiki aşka mahrem olamazdı. O zümrenin nasibi ancak mecazi aşktır ki ruh ile alakası yoktur asla, hayvanca bir zevk almadan ibarettir.

Fakat bütün bu tasavvufi masallar, ortadaki hakikati örtemezdi. Tekkelerin pisliği, açık bir lağım gibi berbat bir kokuşmayla durmaksızın taşıverdi. İçlerinde, zikir ve tehlili müteakip, bilinmez nasıl bir cezbedilme ile at seyislerinin koynuna girecek kadar hayvanca alçalış gösterenler görülmüştü. Öyle iken en süfli uzviyetlerinde bir mucizeli hâl tecellisi kuruntu ettirmeye ve bu kuruntuyu keramet şeklinde dillere düşürmeye kalkışanlar vardı. Ne kadar yazık ki bu alçaklık ve sapkınlık bulaşmış rezilce uydurmalara inananlar da eksik değildi!..

Ruhlar âlemi, şüphe yok, bahtiyar eden bir darbe, nurlu ve karanlıkları gideren bir darbe, bu sefil hayatı tarumar etmeye kâfi geldi ve şimdi biz, o rezaletleri, uzak bir tarih efsanesi gibi yâd ederken, bütün o geçmiş yılların ve asırların ruhundaki hüsrana merhamet hissediyoruz.

Rumiye Şeyhi atıyla, dervişlerini çiğneye çiğneye, mihrabımsı yerin önündeki koyun postunun kenarına gelmişti. Orda atından inerek derin bir rükûya vardı, birkaç dakika bu vaziyette kaldı. Onun rükûyu terk etmesi, salonda yatan dervişler için bir ayağa kalkma işareti olmuştu. Hepsi birden kalkarak kerametpenahın önünde eğilmişler, eski yerlerine dönmüşlerdi. Metanetli ve sabırlı, yeni bir tehlil sahnesinin açılmasını bekliyorlardı.

Bu defa şeyhin idare ettiği ayin, pek coşkun bir tarzda cereyan etmişti. O derecede ki, sallanıp sıçramaya idmanlı olan bütün dervişler, sahnenin sonunda dayak yemiş gibi yorgun ve bezgin bir hâle gelmişler ve hücrelerine çekilir çekilmez uyumak zorunda kalmışlardı.

Şeyhin misafirleri de alışkanlıkları üzere, el öperek dönmüşlerdi. Zamanın azizi ordu erkânına gösterdiği hünerden memnun, harem dairesine çekileceği sırada, karşısına pejmürde kıyafetli bir adamın dikildiğini gördü. Güçlü kuvvetli ve hele gözleri pek parlak görünen bu fakir adamın yanında tek gözlü bir de çocuk vardı.

Tanrıbilmez olduğunu kolaylıkla anladığımız şahıs, şeyhin elini hürmetle öptükten sonra Kör Mahmut’u ileri sürerek “Öp efendinin elini!” demişti.

Rumiye Şeyhi, vakitli vakitsiz çok kimselerin ziyaretini kabule alışkındı. İpli ipsiz birçok insanların esrarını dinleye dinleye o zamanki hadiselerin aslına, amellerinden ziyade, vâkıf olmuştu. Gece yarısından sonra karşısına çıkan bu garip kıyafetli adamın da bir sırrı taşıdığını kolayca anlamıştı. Binaenaleyh, azametinden biraz fedakârlık yapmayı uygun gördü ve “Buyurun…” dedi. “Bizim hücreye gidelim.”

Ayine mahsus o berbat ve çıplak salonun yanında, Acem halılarıyla, rengârenk Hint kumaşlarıyla süslü, küçük ve hoş kokulu bir oda vardı. Sanki şeyh, topraklar üstünde sürünmeye layık gördüğü dervişan ile birlikte geçecek saatlerin meraretini43 tatmin için bu hücreyi itinalarla süslemişti.

Orada baş başa kalınca Tanrıbilmez, hazin bir talakatle söze başlamıştı:

“Efendime yalan olmaz. Benim adım Tanrıbilmez’dir. Alnımın yazısını okumuşlardanım. Bugün varsam yarın yoğum. Adımız çıkmış eğriye, dönmez doğruya!.. Senden kendim için hiçbir dileğim yok. Fakat bu çocuk bir yetimdir, babasını ecel aldı. Babalığını da dün akşam, yeni serdar zehir verip öldürmüş. Cesedini, kale hendeklerinde güç bela buldum. Kısasa kısas derler, doğru söz bu! Bizim arkadaş Kuyucu Murat Paşa’yı zehirlemişti, fakat o daha eşeğini cehenneme bağlamadan bizimki de arkasından yetişti. Şimdi tepişip dursunlar! Yeni serdarın yakında onlara kavuşacağını babamın adını bilir gibi biliyorum.44 Buraya ben işte o arkadaşın vasiyetiyle geldim.

Ölümünden bir gece evvel buluşmuştuk. Bir güzel kavga etmiştik. Biz ahtlaşmıştık, arkadaş hayvanca iş görmüştü. Her neyse, oraları lazım değil. Biçare Çeşmi, sanki ölümünü rüyada görmüş gibi hayıflanıyordu. ‘Tanrıbilmez, sana vasiyetim olsun. Bana bir hâl olursa bizim Kör Mahmut’u şeyh efendiye götür!..’ demişti. İşte ben de getirdim; bu, bir ölünün emanetidir. Ne dilersen yap!”

Şeyh efendi sükûnetle sormuştu:

“Ya sen?”

“Ben kırklara karışıverdim. Allah’ın toprağı geniş. Ya üstünde ya altında elbette yer buluruz.”

“Peki, bu emaneti kabul ettim. Sana da Hak yardımcı olsun, erenler yardım etsin. Tekkenin kapısı açıktır. Yolun düşerse uğramamazlık etme.”

5
KÖR MAHMUT SAHNEDE

Turla suyu, gazilerin selamlarını Karadeniz’e ulaştırmak için koşuyormuş gibi, telaşla akıyor. Hotin, yaklaşmak istenildikçe uzaklaşan bir serap, siyah bir serap gibi üç kurşun atımı yerde teressüm edip duruyor. Nehrin önündeki ormanlık, gecenin esmerliği içinde yoğun bir mızrak yığınını andırıyor. Güya bu mızraklar, arkalarındaki şehri saldırganlara karşı korumak için yerden fırlayıp, aşılmaz bir set gibi, orada donup kalmıştır.

Bir avuç asker, alelacele kurulan köprüden Turla’yı, meşhur Din-yester Nehri’ni, ancak akşama kadar geçebilmişlerdi. Köprünün kurulması, toprakların çekilmesi, mevzi alınması, bu küçük öncü müfrezeyi yormuştu. Süvariler, atlarının eyerine kollarını koyarak, piyadeler toprağa omuzlarını dayayarak uyumuşlardı. Onların nehri geçmesiyle beraber düşman da eski mevzisinden çıkarak ormanlığa çekilmişti. Metrislerin belirli noktalarındaki gözcüler, nöbetçiler de yorgunluğa tahammül edemeyerek durdukları yerde gözlerini kapamışlardı.

Ay, henüz beş günlüktü; endamıyla yıldızlar arasında görünmekten utanıyormuş gibi çarçabuk ufkun arkasına saklanmıştı. Ansızın çıkan boğuk ve titrek birkaç ses, ıssızlığa bürünen siperleri harekete getirmişti. Süvariler atlarına atlıyor, piyadeler baltalarını veya topuzlarını omuzlayarak siperlerinden çıkıyor, paşa çadırında telaşlı gölgeler seziliyordu.

“Şebhun!..”45

Sıkılmış boğazlardan son nefes gibi çıkan bu kelime, uğursuz bir sihir nüfuzuyla siperleri altüst etmişti. Şebhun, bu namertçe gece hücumu Türk’ün hiç hoşlanmadığı, daima sakındığı bir hadiseydi. Şebhun yapmak, bir sokak köşesine saklanıp kendi hâlinde yoluna giden dalgın yolcuya çullanmak gibi bir şeydi. Türk’ün yüksek, çok yüksek yaratılışı bu tür harpten iğrenirdi.

Dinyester Nehri’ni, gizli bir noktadan dolaşarak bu minimini müfrezenin karargâhına giren bin kadar düşman askeri, ilk hamlede beş on neferi şehit etmişlerdi. Uyku sersemliğinden kolayca kurtulan gaziler, artık taarruza geçmeye başlamıştı. Karanlıkta dostun dostu öldürmemesi için parolalar sık sık tekrar ediliyor; her ses, yere düşmüş bir bulut gibi gürlüyor; kılıçların, palaların mütemadiyen oynaması, o sahnede yüzlerce ve yüzlerce beyaz şimşeklerin parıldadığı zannını uyandırıyordu.

Düşman, ilk ağızda, aczini hissetmişti. Fakat geldiği gibi dönmek elinde değildi. Kediler arasına düşmüş sıçan yavrusu gibi, bir kurtuluş deliği bulmak için didiniyordu, ta can evine nüfuz eden amansız pençelerden korunmak için boğazlanan bir hayvan gibi uğraşıyordu.

Şafak sökerken mücadele bitmişti! Çünkü ortada kesilecek baş kalmamıştı.

Silahlardan damla damla süzülen kanları, mendilleriyle, memnun ve neşeli bir hâlde silen asker, şimdi ellerindeki başları otağ-ı hümayuna götürerek alışılmış olan bahşişi alacaklardı. Her nefer, sırtında iki veya üç baş, köprüyü geçmeye başlamıştı.

Kanun-ı Kadim,46 her baş için iki ve her dil için47 dört küçük altın verilmekti. Bugün, şebhundan kurtulan gaziler, mahut otağa yaklaştırılmayarak, kelle başına minimini bir altınla geri çevriliyordu.

Yeni bir zaferin verdiği gurur ile heyecanlanan müfreze, bu bahşişten ve özellikle gördükleri soğuk muameleden gücenerek sitemkârca sözler söylüyordu.

Sıra, bir gencin getirdiği kellelerin hesabını görmeye gelmişti. Para dağıtmaya memur harem ağası, kara yüzünü bir kat daha karartarak sormuştu:

“Kelle kaç?”

Genç muharip, başında sarılı olan şal parçasını çıkarıp yedeğindeki atın üstüne attıktan sonra kara harem ağasını alay edercesine süzmüştü. Kendisinin bir gözü kördü. Fakat bu, çehresindeki yaratılıştan olan bahadırca güzelliği bozmuyordu. Bıyıkları henüz terlemeye başlamış gibiydi.

Yirmi yaşında ancak tahmin olunurdu. Elbisesi, az evvelki kanlı mücadeleye rağmen temizdi. Silahlığı gayet süslüydü. Belinde, kabzası nakışlı, zarif bir pala vardı. Atının eyerinde güzel bir kılıç ve bir okluk asılıydı.

Israrlı ve alaycı bakışlarıyla zenci hizmetkârı hayli kızdırdıktan sonra cevap verdi:

“Bir kere, gazan mübarek olsun, de. Bu kelleleri ağaçtan toplamadık, can pazarından ele geçirdik. Saraylı olmak hüner değil, biraz da hâlden anlamalı.”

Harem ağası müthiş bir öfke feveranı ile köpürmüştü:

“Vay Yezit, vay kâfir, bana dil mi uzatıyorsun?” diye bar bar bağırıyordu. Fakat genç muharip, elindeki üç kelleyi, hemen Arap’ın ağzına yapıştırmıştı. Birer demir kelle gibi birbirini takip eden kelleler, harem ağasının bütün dişlerini boğazına doldurmuştu. Artık o mağrur ağızdan ses değil, külçe külçe kan çıkıyor ve zenci yavrusu yerlerde sürünen bir kara inilti hâlini alıyordu.

Çadırın içinde ve dışında bulunan hademe vesaire güruhu, cereyan eden hadiseyi ilk önce anlamamışlardı. Fakat harem ağasının gülünç ve hazin vaziyetini görünce kimi hançer çekerek kimi pala sıyırarak kimi yumruk göstererek gencin üzerine hücum etmişlerdi.

Genç muharip, bir hamlede atına sıçramıştı ve “Burada da mı baskın!.. Bahtımız açıldı demek, dayan Kör Mahmut!” diye saldıranların üzerine dizgin etmişti.

Güzel talim görmüş, iyi çark yapmayı öğrenmiş olan at, süvarinin küçük bir işaretiyle sıçrıyor, önüne geleni yıkarak, bir arayıcı fişek gibi, oradan oraya atılıyordu. Artık çadır yıkılmış, ortalıkta darmadağın bir vaziyet peyda olmuştu. Çadırın önünde bulunan para keseleri yerlere dökülmüştü. Kör Mahmut’un, birer at darbesiyle yerlere fırlattığı uşak güruhu çadırın ipleriyle sarmaş dolaş, debeleniyorlardı.

Biraz evvel, kırgınca yola düzülen müfreze, Kör Mahmut’un uyandırdığı arbedeyi duyarak geri dönmüşlerdi, çil çil paraları avuç avuç cebe atıyorlardı.

Bu sırada diğer çadırlardan bostancı, teberdar gibi kişilerin sürü sürü koşuştuğunu gören Kör Mahmut, paraları kapışmakla meşgul arkadaşlarına veda etmişti.

“Helal olsun! Getirdiğiniz başların işte bedeli ödendi. Yalnız hazmetmeye bakın, Allah’a ısmarladık.”

Ve göz açıp kapayıncaya kadar atını sürüp, arkasında tozdan, gittikçe uzaklaşan ve silinen kümeleri bıraka bıraka kaybolmuştu!

***

Kör Mahmut uzun bir yürüyüşten sonra, atının başını çekti. Sol tarafta Turla suyu, beyaz ve köpüklü bir hatla yazılmış nihayetsiz bir satır gibi, manalı manalı uzanıp gidiyordu. Önünde, çekirge bulutlarından kurtulmuşa benzeyen gamlı tarlalar, alabildiğine göğüslerini açıyordu. Köy, kasaba, şehir, hiçbir şey görülmüyordu. Terkisindeki çulu, terden avuç avuç buğu çıkaran atın üstüne geçirdi.

Kendisi de heybeden çıkardığı, dört beş tatlı peksimeti yemeye başladı.

Bir taraftan dalgın dalgın düşünüyordu. İşte, ilk gaza zevkini tatmıştı. Yedi sekiz seneden beri bu zevk, rüyalarının temeli gibiydi. Bir gece geçmezdi ki uykusunda velveleli bir harp sahnesi yaşamasın. Bütün bu sahnelerin en yerinde duramayan, en pervasız kahramanı kendisiydi: Elinde kılıç, kalelerin burç barularına çıkar; ağzında hançer, geniş hendekler atlar ve hangi düşman alayına hücum etse muhakkak tarumar ederdi! Kaç kereler, kralların taçlarını başlarından almış ve o şevk ile uykudan uyanıp ellerini boş görünce için için yanmıştı. O, her uyanışta, bulunduğu oda ile yattığı yatağa bakar ve rüyasındaki bahadırca ihtişam ile bu sefil şeyler arasındaki tezat ruhunu üzdüğünden, gözlerini kapayarak, silinen rüyaların bir kere daha dönüşünü beklerdi.

Tekkedeki dervişlerin, evliya menkıbeleri haricindeki sohbet zeminleri ekseriya muharebelerle ilgiliydi. Hayat ve kâinat ile hissî alakaları kısmen görünen bu derviş alayı bile, şu veya bu kahramandan bahsederlerken gizli bir gıpta ile duygulanmış görünürdü.

Hakikatle efsaneyi ayıracak bir çağda bulunmadığı için bu vadide ne denilirse inanırdı. Devler, ejderhalar, ezrekabanular, yedi başlı yılanlar, bu gülünç masallar onun için birer rüya mevzusu olurdu. Hele bu tabiatüstü mahlukları bir kılıç darbesiyle cehenneme yollayan bozguncu bahadırlar, gözünün önünde büyür, büyür, minareler kadar yüksek ve dağlar kadar heykelleşmiş bir şekil alırdı. Gelgelelim dervişlerin yakın zamanlara ve özellikle içinde yaşadıkları günlere ait olarak naklettikleri menkıbelerden, samimi bir temayülle, daha fazla hoşlanırdı. Bütün Türk elinde, iki yüz seneden beri bir bahadırlık timsali gibi yâd olunagelen Ulubatlı Hasan, âdeta yüreğinde yer etmişti. Fırsat buldukça onun hikâyelerini tekrar etmeleri için yalvarırdı. Bu büyük kahramanın yaptığı işler, sık sık rüyasını süslerdi.

İstanbul kuşatmasında, su dolu kale hendeğini Ulubatlı Hasan’ın bir sıçrayışta geçtiğini çoğunlukla görürdü. Kuşatılmışların ve kuşatanların müşterek hayreti arasında bu harikayı gösteren Hasan, hendeği geçer geçmez bir saniye bile beklemeden kale duvarına asılmıştı. Belindeki bıçağı bir taşın arasına sokuyor, ayağıyla ona basarak elleriyle yukarıya yükseliyor ve bir elini dayandıracak küçük bir aralık bulunca eğilip bıçağını çıkarıyor ve daha yukarılara yerleştirerek bu basit, fakat korkunç merdivenle kalenin üstüne yetişmeye uğraşıyordu. Kale üstünden durmadan taşlar atılıyor, kızgın zeytinyağları dökülüyor, yüzlerce kol, bu tek adamı devirmek için uğraşıyordu. Fakat Hasan, hareket eden bir gölge gibi duvara yapışmış, durmadan yükseliyordu.48

Nihayet ellerini kale duvarının üstüne koymaya muvaffak olmuştu. Ve bu vaziyette, koynundan bir bayrak, bir Türk bayrağı çıkararak sallamaya başlamıştı. Şimdi Hasan, o tehlikeli hendeklerin üstünde, yer ile gök arasında sallanan bir dağ parçasını andırıyordu. Kuşatılmışlar, ellerinde baltalarla Hasan’ın göründüğü noktada yoğunlaşıyorlardı. Ve var kuvvetleriyle onun ellerini doğruyorlardı. Mümkün olsa dişleriyle taşları tutarak elindeki bayrağı oraya dikmek isteyen Hasan, biraz sonra, gökyüzünden bir parça gibi, hendeklere düşmüştü. Ve kuşatan ordu, o muazzam cesedin teşkil ettiği pek sağlam köprüden geçerek hücuma kalkmıştı.

Kör Mahmut’un en sevdiği rüya işte buydu: Ulubatlı’nın İstanbul kalesine çıkması! Bu rüyaya o kadar kapılmıştı ki daha on iki on üç yaşında iken İstanbul’a kadar gitmeye, şu Ulubatlı’nın çıktığı noktadan bir de kendisi tecrübe yapmaya azmetmişti. O niyetle üç beş defa tekkeden savuşmuş, her defasında şeyhin adamları tarafından tutularak geri getirilmişti.

Muhitindeki dinî koku, bir türlü ruhuna nüfuz edemiyordu. Dervişlerin o sallanışları, o bangır bangır bağırışları Kör Mahmut’u âdeta öfkelendiriyordu. Sürü sürü halkın gelip de şeyhin önünde diz çökmeleri, el öpmeleri kendisine iğrenç geliyordu; hele bazı dervişlerin, fırsat buldukça ahırlara saklanarak veya göz görmez köşelere gizlenerek birtakım hayvanlara sinsi sinsi yem verdiklerini defalarca gördükten sonra tekke hayatından büsbütün iğrenmişti.

O, hikâyelerini işittiği kahramanlar gibi dimdik yürümek, hiçbir mahluka boyun eğmemek istiyordu.

Çoğu ayin geceleri tekkeden savuşuyor, seyisleri kandırarak elde ettiği atlarla gece yarılarına kadar kırlarda dolaşıyordu. Gitgide cirit oynamak, silah kullanmak fırsatlarını elde etti. Rumiye Şeyhi, onun özellikle zikir ve tehlillere karşı gösterdiği kayıtsızlığa kızarak “Sende…” derdi. “Mürtet ruh var, akıbetin hayır olmaz.”

Bununla beraber Kör Mahmut’u severdi. Onun binicilik, atıcılık heveslerini kırmak istemez, hatta geliştirirdi.

İşte, Kör Mahmut böyle bir terbiye ile yetişmişti. Tam on sene şeyhin yanında kaldığı hâlde bir derviş yamağı bile olamamıştı. Fakat tam manasıyla bir süvari, kuvvetli ve cesur bir silahşor olmuştu. Ruhunun bir yığın sevgilisi vardı. Bunların başında Ulubatlı Hasan bulunurdu. Denizcilerden de Barbaros ve Turgut’u severdi. Hele Barbaros’un seksen yaşına yaklaştığı sıralarda, Nis civarına asker çıkararak güzelliği dillere destan olan bir kızı elde etmek istemesine bayılırdı.

Kızın, bir gecelik gömleğiyle, gece yarısı, komşularından bir delikanlının kucağında kaçışı ve ihtiyar Barbaros’un orada kopardığı hiddet fırtınası, Kör Mahmut’un kafasında yaşar dururdu.

Bu büyük denizcinin Cezayir kumsallarında toplara yelken takarak yürütmesi, Kör Mahmut için, on dört günlük ayı bir işaretle iki parça etmek kadar büyük bir harika idi. Ya Turgut’un, Cerbe Adası’nda kuşatılmışken limandaki gemilerini kızakla adanın diğer bir noktasına taşıtarak pupa yelken denize açılması ve kuşatan donanmayı arkadan sararak perişan etmesi ne mühim vakadır?

Kör Mahmut işte bu harp azizleri gibi harikalar yapmak istiyordu. Bazen kollarına bakar, pazılarını okşar, bu pazılarla Kafdağı’ndaki ejderhaları bile yenebileceğini, kendi kendine temin ederdi. Ancak şu tekke hayatından kurtulup serbest ovalara, misafirperver dağlara kavuşmak lazımdı.

On sekiz yaşına geldiği zaman, şeyhin elini öpüp seyahat için izin almak istedi. Fakat şeyh, “Henüz erdir, vaktini biz biliriz!” cevabını verdi. Şu kadar ki Kör Mahmut’u o günden sonra hareketlerinde tamamıyla serbest bıraktı. Artık o, dilediği gibi geziyor tozuyor, günlerce ortadan kayboluyor, ufak tefek maceralar geçiriyordu.

Bu cümleden, bir gün ta Harput’a kadar çıkmıştı, küçük bir orman kenarında atından inerek hafif bir şekerleme yapmak istemişti. Ansızın iri boy bir ayı ile karşılaştı. Aç mahluk iki ayağı üstüne kalkarak ve dişlerini göstererek saldırmıştı. Kör Mahmut, pervasızca hançer çekmeye lüzum görmeden bu saldırıyı kayıtsızca karşılamıştı; dağların korkunç hükümranıyla Kör Mahmut’un çekişmesi, belki dakika bile sürmemişti. Zavallı ayı, Beni Âdem’den olan hasmının kolları arasında boğulup gitmişti.

Yine bir gece, yorgun argın, bir han kapısına gelmişti. Hancı, gece yarısı gelen bu nidüğü belirsiz yolcuya kapıyı açmak istememişti. Bunda da hakkı vardı. Çünkü o devirde yollar haydutlarla dolu idi, her orman “Kırk Harami” saklardı. Kör Mahmut, hancının bu soğuk muamelesine tahammül edemedi. Kapı önünde tesadüf ettiği büyük, son derece büyük bir direği alarak, geri geri çekildikten sonra, hanın kapısına indirdi. Kale methallerini andıran o kalın kapı, bir tek darbe ile tarumar olmuş ve hancı, Kör Mahmut’un üzengilerine kapanmak suretiyle kendini müthiş bir dayaktan kurtarabilmişti.

Tekkenin en cüsseli dervişlerini bir eliyle baş üstüne kaldırır ve ayin salonunu defalarca devrettikten sonra, zerrece yorgunluk göstermeksizin yine yere bırakırdı. Okla, harbeyle, ciritle birkaç kalkan deler, bir öküzü bir kılıçta ikiye bölerdi.

Süvarilikte öyle bir meleke peyda etmişti ki, ciride çıkarken üzengilerine birer küçük altın kor, üç saatlik bir oyundan sonra atından indiği vakit o altınların konulduğu gibi durduğu görülürdü.

Bütün bunlar, Kör Mahmut’u Diyarbakır havalisinde maruf bir şahsiyet hâline getirmişti. Bu şöhret yavaş yavaş komşu vilayetlere de yayılıyordu. Kâh Ayıboğan kâh Kapıkıran lakabıyla anılırdı. Fakat Kör Mahmut unvanı ona bütün diğer lakaplarından daha sevimli gelirdi. Çünkü babalığı Çeşmi Efendi’den dinleye dinleye körlüğünün, ne yaman bir zulüm eseri olduğunu anlamıştı ve kendisinin ölüp de tekrar dirilmiş bir mahluk bulunduğunu pekâlâ biliyordu. Bakış nurundan mahrum gözünü, devletlilere karşı açılmış bir intikam işareti sayardı.

Yirmi yaşını bulunca yine şeyhten izin istemişti. Diyarbakır sipahileri, zaimler, ilan olunan harp dolayısıyla alay alay Rumeli’ye gidiyorlardı. Birçok gönüllü de bu asker zümresine karışıyordu. Şimdiye kadar tuz ve ekmek hakkı gözeterek şeyhi pek de kırmak istemeyen Kör Mahmut, bu fırsattan mutlaka istifade etmeyi kurmuştu. Rumi-ye Şeyhi de izin alsın almasın, coşkun delikanlının bu harbe iştirak edeceğini şüphesiz anlamıştı. Binaenaleyh rıza yüzü göstermeye mecbur kalarak, “Peki…” demişti. “Yüzün ak, kolun kuvvetli olsun. Bana armağan getirmeyi unutma.”

Aynı zamanda uzun uzun dokunaklı dualar okuyarak, Kör Mahmut’un yüzüne gözüne üflemiş, boynuna da bir muska asmıştı.

Kör Mahmut, şeyhin hediye ettiği safkan bir Arap atına bindikten, silahlarını da aldıktan sonra bir sipahi kafilesi arasında yola çıkmıştı. Daha tekkeden üç adım uzaklaşmamıştı ki boynundaki muskayı, bir sürü tavuk ve horozun çöplendiği bir yığın üzerine atmıştı! O, görmek istediği büyük işlerin şerefinden muskalara falan hisse ayıracak yaradılışta değildi. Hareketlerinin iyiliği, fenalığı, zevki ve elemi özellikle kendisine ait olmalıydı.

İşte bu zihniyetle ve sonsuz bir arzuyla Hotin önlerine kadar gelmişti. Düşmanların yaptığı şebhun, kolunu ve palasını dilediği gibi oynatmaya parlak bir vesile olmuştu. Fakat erkekliğinden, bedenen ve ruhen, nasibini almayan bir kara köle, bu ilk gazanın zevkini bozmuştu.

Şimdi nereye gitmeliydi?

Bu sorusuna güya bir cevap ister gibi, uzun uzun nehre bakıyordu. Kıvrım kıvrım durmayıp akan bu geniş, ak su, herhangi bir yolcu için şaşırtmaz ve şaşırmaz bir rehber oluyordu. Onun nağmesini dinleyerek, silinmez izine göz dikerek Karadeniz’e kadar gidebilirdi. Fakat çeşit çeşit macera arayan bir Kör Mahmut için, kılavuz peşine takılmak mümkün değildi. O, kendi hesabına uygun bir yer, bir diyar arıyordu. Derin derin düşündü. Sola at kırıp Kırım’a mı, sağa dönüp Karpatlar üstünden Peşte’ye mi, yoksa Prut’tan geçerek Buğdan içinden Tuna’ya mı yönelmek uygun olacaktı? Bu ciheti bir türlü kestiremiyordu.

İstanbul’dan gelirken Silistre, İbrail, Kalas, Yaş yolunu takip etmişlerdi. Bu uzun yolculuk müddetince, bütün o civarın bir süvariye yarayacak otlaklarını, geçitlerini bilenlerden dinleye dinleye öğrenmişti. Zaten senelerden beri, şifahi bir harita takip eder gibi, Rumeli topografyasını yüzlerce ağızdan dinlemişti. Meriç nedir, Tuna nasıldır, Eflak neresidir, Buğdan nasıl bir memlekettir, Temaşver ne çeşit yerdir, Budin nerededir, bütün bunları, rüyalarında ayrı ayrı görmek şartıyla, âdeta bellemişti.

O asırda Türk’ün ismi, cihan metası bir pasaport hükmünde idi. Ne vize ne kontrol!.. Bugün adetleri düzineleri geçen devlet sınırları, devlet sınırları namı altında özellikle Orta ve Güney Avrupa’da yer yer çizilen gözetleme noktaları, o zamanlar, Türk için meçhul idi.

Yaya ve süvari her Türk, üç kıtanın en büyük nehirlerinden istediği kadar su içer, Rodoplardan Pirenelere, Alplere, Urallara kadar bütün o Eflak’e kafa tutan dağların kendisine boyun eğmiş ve bağlanmış bir hâlde, geçit verdiğini görürdü. Karadeniz’de yalnız Türk bayrağı dalgalanır, Akdeniz, Kızıldeniz, hatta okyanuslar, o mübarek bayrağın önünde coşmaktan çekinir, çekinir; türlü tehlikelerini, dalgalarını göğüslerinde saklarlardı.

Kör Mahmut hangi tarafı takip edeceğini bir türlü tayin edemiyordu. Her taraf kendisi için birdi. Bir at, bir mızrak olduktan sonra nerede olsa kendini tanıttırırdı; kılıcını öptürür, karnını doyururdu. Elverir ki gideceği yerlerde at oynatacak meydan bulunsun!

Nihayet işini atın görüşüne bırakmaya karar verdi. Hayvanın dizginini kastıktan sonra “Hop! Hop!” nidasıyla onu başıboş salıverdi. Sipahilerce bu bir nevi eğlence idi: Atlarını öyle kendi hâline bırakırlar ve onların, güzel terbiye görmek neticesi olarak, devamlı çark yapmaları, düşman kovalar gibi yıldırım süratiyle ileri atıldıktan sonra, vazifelerini muvaffakiyetle yapmış gibi, yavaş yavaş geriye dönmelerini tatlı tatlı seyrederlerdi. Şimdi Kör Mahmut da atını böyle bir oyuna sevk etmişti. Hayvan, ilk hamlede hangi tarafa koşarsa Mahmut da o tarafa gitmeyi kabul edecekti!

Filhakika at, önce şahlanarak bol bol kişnemiş, sonra ayakları üstünde birkaç kere dönerek garbi güneye doğru koşmaya başlamıştı. Bu, Buğdan yoluydu.

Kör Mahmut, atının verdiği hükmü kabul etmiş, güneybatıya doğru yol almaya başlamıştı. Artık akşam da olmuştu. Tarlalar, gecenin esmerliği içinde kirli ve delik deşik bir kilim parçasına benziyordu.

Engin yolların geceleyin aldığı rengi bilmeyen bir acemi yolcu, böyle bir yürüyüşte ne kadar usanır? Böyle bir zavallı, ekseriya düz yolu eğimli ve deremsi yolları düz sanarak ikide bir düşmek tehlikesiyle karşılaşır. Hele bu acemi yolcu korkak bir adam ise hâl büsbütün fecileşir. Çünkü o gibiler nazarında o benek benek yol âdeta geniş bir mezaristan hâlini alır; toprakta teressüm eden her leke ağzını açmış bir makber gibi korkunç olur; ötede beride görünen çalılar, gecenin ıssızlığından istifade ederek teneffüs için yeryüzüne çıkan birer ölü şekline bürünür.

Uzun ve tenha yolların korkutamadığı yolcuların başında at bulunur. Bu hayvanın gözleri, ziyasız bir projektör gibi, önündeki her şeyi görür. Aynı zamanda at, yalnız gözüyle hareket etmez, yürürken burnunu ve kulaklarını da azami ölçüde kullanır. Uzak mesafelerdeki küçük bir pıtırtı temiz kanlı bir atı derhâl ikaz eder. Bir ağaç kümesi, bir gölge, bir pusu, kısacası önüne tesadüf edecek her şeyden at vaktiyle haberdar olur ve sahibine işaret verir.

Kör Mahmut atının üstünde etrafına bakınarak, bazen nefsiyle hasbihâle dalarak yoluna devam ediyordu. Takip ettiği istikamet dolayısıyla Dinyester Nehri artık görünmez olmuştu. Gökteki yıldızlar oynaşmaktan yorularak yataklarına çekilirmişçesine birer birer siliniyordu. Onların semadan çekilmesi nispetinde de karanlık koyulaşıyordu. Kör Mahmut’un yavaş yavaş uykusu gelmişti; iki geceden beri işte, uyku yüzü görmemişti. Başka zaman bir değil iki gece, belki bir hafta uykusuz kalsa mühimsemezdi. Fakat bir gün evvel, nehri geçmek için akşama kadar çalışmış, köprü kuran ve top çekenlerle birlikte didinmiş, yorgunluk çıkmadan şebhuna uğrayarak saatlerce pala sallamıştı. O yeni yorgunluğun gerisi ise on altı saatten beri at üstünde yürümek olmuştu. Bir köye, bir manastıra, bir ağıla tesadüf edinceye kadar sabretmek, şu çıplak tarlaların ortasında ulu orta yatmak istiyordu. Fakat dakikalar geçtikçe göz kapakları ağırlaşıyordu, gözlerinin önünde garip garip şekiller beliriyordu. Bazen atının başı ayrılıyor, kendisine manalı bir tebessüm göstererek uçmaya başlıyordu. Başsız at yine tıpış tıpış yürüyordu. Bu manzara karşısında, sevgili atının başını ele geçirmek için Kör Mahmut asabi bir telaşa düşüyordu. Bu telaş, kendisini tabii hâline döndürür ve atın başını da yerinde görünce gülümsemeye başlardı. Lakin yarım saat geçmeden yine bu garip halüsinasyonlar [birsam, kömen] başlardı ve mesela karşısında yüz yüz elli basamaklı, geniş kademeli bir merdiven peyda olurdu. Kör Mahmut, yorgun atıyla, bu yüksek ve kaygan merdiveni nasıl çıkacağını endişe ile düşünmeye başlardı. Tam oraya yakınlaşacağı sırada atın gösterdiği hafif bir eğrilme, bu acayip manzarayı yok ederdi.

Sabaha henüz vakit varken, bir köpek havlaması Kör Mahmut’un uykusunu tamamen dağıtmıştı. Kulaklarını derhâl dikerek, burun deliklerini açarak o havlamaya lakayt kalmadığını gösteren at, Kör Mahmut’un küçük bir işaretiyle sesin geldiği istikamete yönelmişti. Biraz sonra, çitten büyücek bir ağılla biçimsiz bir taş yığınını andıran bir kulübe görünmüştü. Şimdi bir sürü köpek acı acı havlıyor, ağıldaki domuzların da homurtusu dışarı aksediyordu. Bu kulak tırmalayıcı gürültüye rağmen kulübeden bir ses çıkmıyor, orası metruk bir mezar sükûnetiyle kapkaranlık duruyordu.

Kör Mahmut artık hiddetleniyordu. Bir yabancının geldiği, işte şu gürültüden belliydi. Kulübede kim varsa sesini çıkarması lazım gelmez miydi! Keskin bir sesle bağırdı:

“Hey, çoban! Ölüm uykusunda mısın? Biraz canlan da boyunu görelim.”

Kulübe, sükûnetini muhafazada ısrar ediyordu.

40.Miladi 1305 yılında, Jak Bunom isminde birinin ifa ettiği ihtilal, Kuzey Fransa’yı altüst etmişti. Köylülerle çiftçilerden terekküp eden asiler, son derece hunharca hareket ediyorlardı. Bu isyana, reisin ismine izafetle “Jaklok-Jaequerie” denilmişti. Burjuvalarla asilzadeler birleşerek bu ihtilalin önünü almışlardır. (y.n.)
41.İmam Gazali k.s. Hazretleri’nin Hüccetülislam ve Fart-ı Takva ile memduh has ve am iken İbni Cevri ol zat-ı alişana ta’n iledir ki taze nevreste mahbubları terbiye edib müşahede-i cemal amirane mail idi.
  –Tacüttevarih’ten
  Nurettin-i Şehit Hazretleri’nin bir mahbub ibrikdarı var imiş. Evkat-ı hamsede ve gecelerde teheccüt vaktinde daima abdest verib hizmetinde olub yanından ayırmayıb hemvare müşahede-i cemal -i pakiyle tahsil-i vücut ve hâl ederlermiş. Musahibanından İsmail bir gün nush u pend edib “Sultanım! Bazı kasır nazarlar hakkınızda suizan edib ibrikdara muhabbeti vardır, derler.” dedikte tebessüm edib “Beli, severiz ve bir katre nutfe-i kudreti bu hüsnü cemale nail ve böyle sıfat-ı cemileye vasıl eden mahbub-u hakikinin pertev cemal sun’ı paki müşahedesine ayinemiz olduğu cihetten, ibrikdarın meftunuyuz.” deyu cevab vermişler!
  –keza
  Mevlana-yı müşarünileyhe pak damen ve salah ederler. Lakin müşahede-i huban ile mütelezziz olup sair hüddamdan maada taze rû ve mehpare beş altı tane nazenin hizmetkârı eksik olamazdı. Bunlara eyyam-ı şitada Hint alacası ve mirzai boğası kapama ve şal kuşak eyyam-ı sayfda ince kırım, kesimi beyaz sade ve som sırma kulak kuşak kuşadıb eyyam-ı mutedilede süt mavisi ince bir çentiyanlar giydirib çakşır giydirmez imiş!
  –Naima’dan-
  Mezbur bıyıklarını tıraş ve zu’munca her hâlini senet-i nebeviyyeye tatbik davasında idi. Suret-i zahirede de evlat yerine terbiye edilmiş bir nevcivan hizmetkârı vardı. Her bir kumaştan uçkurluk yaptırmıştı. Pir-i müşarünileyh, hin ü salde harir uçkurluğu görüb “Bu haram kumaşı gider. Kâh bigah vücudumuza dokunup bimana-yı muhâlde asim oluruz.” demişti.”
  –yine Naima’dan
42.Mütehassis: Çok duygulu, duygulanmış. (e.n.)
43.Meraret: Acılık, tatsızlık. (e.n.)
44.Gerçekten üç sene sonra Nasuh Paşa da hassaten Kuyucu’yu zehirletmek töhmetiyle katledilmişti. (y.n.)
45.Şebhun: Gece baskını. (e.n.)
46.Kanunname-i Osmani. (e.n.)
47.Dil, diri tutulan esir. Bu kelimenin eş anlamlısı, “tutsak”tır. Tutsak, esirin tam karşılığıdır. Dille tutsak arasındaki fark, birincisinin az miktarda elde edilip düşmandan malumat almak için söyletilen düşman kimselere, ikincisinin genellikle esir edilen kimselere mevzu bulunmasından ibarettir. Kısacası ikisi de esir demektir. (y.n.)
48.“El-fadlü ma şehidet bihil a’da!” (Fazilet odur ki; düşmanlar dahi onu tasdik etsin.) derler, doğrudur. Yabancının şahitliğinde başka bir tesir var. Hakikatte bir kahramanlık şaheseri olan bu gaza levhasını, Müverrih Hammer, ne güzel ve ne samimi tasvir ediyor.
13 049,11 soʻm

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
ISBN:
978-625-6865-84-6
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi