Faqat Litresda o'qing

Kitobni fayl sifatida yuklab bo'lmaydi, lekin bizning ilovamizda yoki veb-saytda onlayn o'qilishi mumkin.

Kitobni o'qish: «İstanbul», sahifa 3

Shrift:

İSTANBUL

Bu sersemlemiş hâlden kurtulmak için yapılacak en iyi şey İstanbul tepelerinin yamaçlarından kıvrıla kıvrıla giden binlerce sokaktan birine dalmaktır. Bu sokaklarda derin bir huzur hüküm sürer ve Haliç’in diğer kıyıları üzerindeki Avrupai yaşantının gürültülü karmaşası nedeniyle gözden kaçan Doğu’nun gizemli ve özel tüm yönleri buralarda sessiz sakin ve tadına vara vara seyredilebilir. Burada her şey harfi harfine Doğuludur. On beş dakikalık bir yürüyüş sonrasında daha kimseyi görmez ve hiçbir ses işitmez olursunuz. Her yerde ilk katı zemin katın üzerinde başlayan ve ikinci katı da sanki birincisinin üzerine çıkmış gibi görünen, ahşaptan rengârenk boyanmış cumbalı evler vardır, bu çıkmaların üç yanı pencereli ve ahşap kafeslidir ve sanki asıl evden sarkan ikinci bir evmiş gibi görünen bu cumbalar sokağa hüzün ve kendisine has bir hava verirler. Bazı yerlerde sokaklar o kadar dardır ki, birbirine karşı karşıya duran evlerin çıkmaları neredeyse birbirine dokunacak gibidir ve bu insan kafeslerinin gölgesinde gününün büyük kısmını gökyüzünü incecik bir şeritmişçesine görerek evinde geçiren Türk kadınlarının ayaklarının dibinden geçilir. Kapıların tümü kapalıdır, zemin katın pencerelerinde parmaklıklar vardır, tüm soluklar güvensizlik ve kıskançlık doludur; insan kendini sanki bir manastır şehrinden geçiyormuş gibi hisseder. Ara sıra bir kahkaha patlaması duyulur, başınızı kaldırırsanız hemencecik kayboluveren bir çift parlayan göz ve bir tutam örgülü saç görürsünüz. Bazı yerlerde hararetli bir sohbete rastlarsınız ancak adımınızın sesi sokakta yankılanır yankılanmaz sohbet de kesilir. Oradan geçtiğiniz bir dakikalık sürede kim bilir hangi dedikodu ve entrikalara engel olursunuz. Siz kimseyi görmezsiniz ama sayısız göz sizi görür; yalnızsınızdır ama bir kalabalığın ortasındaymış gibi hissedersiniz kendinizi; fark edilmeden geçip gitmek istersiniz, adımlarınızı sıklaştırarak, hızlı hızlı yürür, gözlerinizi yerden ayıramazsınız. Açılan bir kapı ya da kapanan bir pencerenin çıkardığı ses bir gümbürtü kopmuş gibi gelir size, aniden irkiliverirsiniz. Bu sokakların kaderi kasvetmiş gibi görünür aslında ama bu gerçekten doğru değil. Beyaz bir minarenin yükseldiği yeşillik bir alan, size doğru yürüyen kırmızılar giymiş bir Türk, bir kapının önünde dikilen Arap bir halayık, bir pencereye asılmış Acem halısı bir saat boyunca oturup seyredilesi, hayat ve ahenk dolu bir tablo oluşturmak için yeterlidir. Yanınızdan geçen üç beş kişiden bir tanesi bile dönüp size bakmaz. Yalnızca zaman zaman arkanızdan “Gâvur!” diye bağırıldığını işitir ve gelen sese dönüp baktığınızda bir gencin kafasının bir panjurun arkasında kaybolup gittiğini görürsünüz. Diğer zamanlarda ise küçük evlerden birinin kapısı açılır: haremin güzel cariyelerinden birini görmeyi beklersiniz ancak onun yerine ufacık şapkası ve yerlere sürünen kuyruğu ile “adieu” ya da “au revoir” gibi şeyler mırıldanan Avrupalı bir hanım çıkıverir, ağzınız açık orada kalakalırken o hızlı hızlı yürüyerek gözden kaybolur. Sessiz sakin başka bir Türk sokağında ise birden yükselen tiz bir korna sesini ya da atların nal seslerini işitirsiniz. Dönüp bakarsınız, o da ne? Gözlerinize inanamazsınız. Daha önce fark etmediğiniz iki rayın üzerinde hareket eden, içi Türk ve Frenk dolu, üniformalı sürücüsü, basılı seferleri ile Viyana ve Paris’teki ile aynı özelliklerde bir atlı tramvaydır bu. Sokaklardan birinde aniden beliren bu tuhaf şey kelimelerle anlatılacak gibi değildir: burada bir şaka ya da bir yanlışlık varmış gibi gelir size, gülmekten kendinizi alıkoyamazsınız ve sanki hayatınızda daha önce hiç görmemişsiniz gibi arkasından hayran hayran bakakalırsınız. Tramvay geçip gidince, Avrupa’nın yaşam stili de yok olur gider ve yeniden kendinizi bir tiyatro sahnesi değişiyormuş gibi Asya’nın içinde bulursunuz. Bu ıssız sokaklardan; neredeyse tamamını dev bir çam ağacının gölgelediği küçük ve geniş meydanlara çıkarsınız. Bir tarafında develerin su içtikleri bir çeşme, diğer tarafında kapısının önündeki şiltelere yayılan Türklerin nargilelerini içtikleri bir kahvehane bulunur. Kahvehane kapısının hemen yanında ise yapraklarının arasından Marmara Denizi’nin uzak maviliğinin ve birkaç beyaz yelkenlinin göründüğü, gövdesini asma yapraklarının kucakladığı dev bir incir ağacı vardır. Bembeyaz bir ışık ve ölümcül bir sessizlik tüm bu yerlere vakur ve melankolik bir hava verir, böylece onları yalnızca bir kez görmüş olsanız dahi asla unutmazsınız. Ruhunuza hafif bir uyku gibi ağır ağır sızan bu esrarengiz hava sizi ele geçirir, yürüdükçe yürür ve kısa bir süre sonra tüm mekân ve zaman algınızı yitirirsiniz. Yakın zamanda çıkmış büyük bir yangının izlerini taşıyan geniş araziler, aralarını çimler sarmış ve artık bir keçi yoluna dönüşmüş yalnızca birkaç evin ayakta kaldığı bayırlar, tek bir bakışla tüm sokağın, dar geçitlerin, bahçelerin, yüzlerce evin rahatça seyredilebildiği ancak ne tek bir insan siluetinin ne bacadan çıkan tek bir parça dumanın ne de kapısı açık bir evin olduğu, hiçbir yaşam belirtisi göstermeyen tepeler çevrenizi sarar. Sanki bu devasa şehirde yapayalnızmışsınız gibi düşünür, korkmaktan kendinizi alıkoyamazsınız. Ancak yokuş aşağı inip bu küçük sokaklardan birinin en sonuna kadar gittiğinizde her şey değişir. Artık bakanın bir daha bakacağı anıtlarıyla çevrili İstanbul’un en büyük yollarından birindesinizdir. Camilerin, köşklerin, minarelerin, kemerlerin, mermerden ve lacivert taşından çeşmelerin, göz alıcı işlemeleri ve altın yaldızlı kitabeleriyle sultan türbelerinin, çini dolu surların arasından, sedir ağacından yapılan saçakların altından, bahçelerin altın parmaklıklarından ve surların duvarlarını aşan tüm sokağı mis gibi kokutan görkemli bir bitki örtüsünün gölgesinde yürürsünüz. Bu sokaklarda, her adımınızda bir nezaretten ötekine gidip gelen paşa arabalarına, zabitlere, memurlara, yaverlere, köşklerin harem ağalarına, bir sürü hizmetkâr ve yardımcıya rastlarsınız. Burada dev bir imparatorluğun başkenti neresiymiş anlar ve onun ihtişamına hayran kalırsınız. Her tarafta derinden gelen bir müzik gibi ruhu okşayan ve zihni neşeyle dolduran bir pırıltı, mimari bir lütuf, bir su sızıntısı, ferah bir gölgelik vardır. Bu sokaklardan geçince insanın büyüklüğü nedeniyle hayrete düştüğü sultan camilerinin baş gösterdiği büyük meydanlara çıkılır. Bu yapılardan her biri bir taç gibi kendisini saran dev kubbeler nedeniyle neredeyse fark edilmeyen, medresesi, hastanesi, mektebi, kütüphanesi, dükkânları ve hamamlarıyla küçük bir şehir merkezinden oluşur. Sanki çok basitmiş gibi görünen mimarisi aslında yüzlerce bakışı üzerine çekecek kadar çok ayrıntıyla doludur. Kurşun kaplı kubbeler, biri diğerinin üzerinde yükselen tuhaf şekilli çatılar, dış galeriler, dev sundurmalar, sütunlu pencereler, fistolu kemerler, sarkıtlı ve delikli şerefelerle çevrili yivli minareler, sanki etrafına dantel örülmüş gibi görünen anıtsal çeşmeler ve kapılar, tümü işlemeli, oymalı, hafif, dimdik, altın benekli ve rengârenk duvarlar meşe ağaçları ile gölgelenmiştir ve bu ağaçlardan yükselen kuş sürüleri kubbenin etrafında yavaşça dört dönerek bu muazzam yapının gizli köşelerinde ahenkle uçuşurlar. Burada hissedilen salt güzellik duygusundan daha derin ve daha güçlü bir şeydir. Bizim içine doğduğumuz ve içinde yaşadığımız dünyadan farklı bir âleme ait fikir ve duygu düzenini mermer ile ifade edebilen, düşman bir ırkın ve düşman bir inancın inşa ettiği kusursuz çizgileri ve zirvesiz yükseklikleri ile bizim olmayan bir Tanrı’nın zaferlerini, atalarımızı korkudan tir tir titreten bir milleti sessiz bir dille hiç konuşmadan bize anlatan bu abideler saldığı güvensizlik ile korkunun karışımından oluşan bir saygı ile bizi kendisinden uzak tutsa da bir süre sonra merakımız bu korkuyu yeniverir. Gölgeli avluların içindeki çeşmelerde abdest alan Türkler, sütunların dibine çömelmiş yoksullar, kemerlerin altında ağır adımlarla yürüyen örtülü kadınlar görürsünüz, sanki her şey neden kaynaklandığı anlaşılamayan ve zihnin bir bilmeceymiş gibi çözmeye uğraştığı bir sükûnet, haz ve hüzne sarınmıştır. Galata, Pera ne kadar da uzak gelir! Kendinizi başka bir dünyada ve başka bir zaman diliminde hissedersiniz, sanki Muhteşem Süleyman’ın, II. Bayezid’ın zamanına ışınlanmış gibiyken bu meydandan çıkıp da Osmanlı’nın heybetli gücünü yansıtan bu abideyi artık göremez olduğunuzda kendinizi yeniden ahşap, yoksul, yıkıldı yıkılacak pis ve derbeder bir İstanbul’un ortasında yapayalnız bulursunuz. Yol ilerledikçe evlerin rengi solmaya başlar, çatılar dökülür, çeşmelerin fıskiyeleri yosunlarla kaplanır, çatlak duvarları ve tahta minareleri ile etrafını ısırganların, çalıların sardığı cüce camiler, harabeye dönmüş türbeler, kırık dökük merdivenler, her yanı molozlarla kaplı alt geçitler, sonsuz bir hüznün ele geçirdiği, serçelerin ve leyleklerin kanat çırpışlarından ya da nerede olduğu şüpheli bir minarenin tepesinden Allah’ın sözlerini bağıran yalnız bir müezzinin gırtlaktan gelen sesinden başka hiçbir sesin işitilmediği mahalleler görürsünüz. Hiçbir şehir halkının doğasını ve felsefesini İstanbul kadar iyi temsil edemez. Güzel ve ulu olan ne varsa hepsi Allah’ın ya da Allah’ın dünyadaki sureti olan sultanındır, geri kalan her şey geçicidir ve dünyevi şeylere dair derin bir umursamazlığın izlerini taşır. Bu millet göçebe bir kabileden doğmuştur; içgüdüsel olarak doğaya, tefekküre ve aylaklığa olan tutkusu geçmediğinden, şehirde de sanki bir göçebe kampları varmışçasına yaşar bu duygularını muhafaza ederler. İstanbul bir şehir değildir, çalışmaz, düşünmez, yaratmaz; medeniyet onun kapılarını kırıp zorla girer, yollarına saldırır, camilerin gölgesinde rahatça uyur ve sonra boşverir her şeyi. Devinimsiz bir devletin gücünden çok mütemadiyen göç etmeye alışkın bir ırkın son durağını temsil eden bağımsız, dağınık, deforme bir şehirdir burası ve büyük bir şehir olmaktan ziyade daha çok bir panayır yeri gibidir. Eğer şehri baştanbaşa dolaşmazsanız, hakkında doğru bir izlenim de edinemezsiniz. İşe, Marmara Denizi’ne kadar uzanan, üçgen formundaki ilk tepeyi gezmekle başlanmalıdır. Bu tepe, söylenene göre, İstanbul’un başıdır; anılarla, ışıklarla ve görkemle dolu anıtsal bir mahalledir âdeta. Burası akropolisi ve Jüpiter madeniyle Bizans’ın eski sarayı olmakla birlikte sonradan buraya İmparatoriçe Placidia’nın sarayı ve Arcadius hamamları inşa edilmiştir; burada Ayasofya Cami ve Sultan Ahmet Cami ile onların ortasında bronz ve mermerden bir Olimpos’un yer aldığı ipek ve leylak giyimli kalabalığın çığlıkları arasında, incileri takıp takıştırmış imparatorların önünden uçup giden altın arabaların geçtiği eski hipodrom yerine kurulmuş at meydanı bulunur. Bu tepeden sarayın batı duvarlarının yayıldığı ve antik Bizansın sınırlarının çizildiği, Sadaret Sarayı ve Hariciye Nezaretine açılan Babıali’nin yükseldiği sığ bir vadiye inilir: bu öyle bir mahalledir ki imparatorluğun kaderindeki tüm kederler sanki buraya toplanmış gibi sessiz ve katıdır. Bu vadiden; tamamı mermerden yapılmış Osmanlı’nın ışığı Nuri Osmaniye Cami’nin ve üstünde büyük imparatorun başı ile Apollo’dan yapılmış bronz heykeli bulunan, eski zamanlarda revaklar, zafer takları ve heykellerle çevrili eski forumun tam ortasındaki Constantinus’un yanık sütununun yer aldığı ikinci tepeye çıkılır. Bu tepenin hemen ötesinde Bayezid Cami’nden Valide Sultan Cami’ne kadar uzanan ve kalabalık ve gürültülü sokakları yüzünden insanın gözleri sulanmış, kulakları sağırlaşmış şekilde çıktığı, sayısız sokaklarla kaplı bir labirentten oluşan çarşı vadisi vardır. Bir zamanlar hem Marmara Denizi’ne hem Haliç’e egemen olan üçüncü tepede Ayasofya’nın rakibi, Türk şairlerinin dediği gibi İstanbul’un sevinci ve parıltısı Süleymaniye Cami ile İstanbul’un antik saray kalıntılarının üzerinde yükselen, zamanında Fatih Sultan Mehmet’in ikamet ettiği ve ardından eski sultanlar için bir saray olarak tahsis edilen Harbiye Nezaretinin muhteşem kulesi bulunur. Üçüncü ile dördüncü tepe arasında ise, evlerle dolu vadinin üzerinde çok ince iki sıra kemerden oluşan, salkım saçak yeşilliklerin sarmaladığı, Valente imparatorunun devasa su kemeri bir asma köprü gibi uzanır. Bu su kemerinin altından geçince dördüncü tepeye çıkılır. Burada, İmparatoriçe Elena tarafından kurulan ve Teodora tarafından yeniden inşa edilen ünlü Havariler Kilisesinin kalıntıları üzerinde, çevresinde medreseler, hastaneler, kervansaraylar bulunan Fatih Cami vardır; caminin yanında köle pazarı, Fatih hamamları ve emperyal kartallarla süslenmiş mermer mezar taşlı Marciano’nun granit sütunu ve bu sütunun yakınında yeniçerilerin katliamının gerçekleştiği o meşhur et meydanı bulunur. Başka bir semtin yer aldığı vadiyi de geçince beşinci tepeye çıkarsınız, bu tepede bahçe hâline getirilmiş San Pietro’nun eski sarnıcının yanında Yavuz Selim Cami vardır. Aşağıda, Haliç boyunca, eski Bizans’ın, Paleologhi ve Comneni’nin halefleri ile sığındıkları ve 1821’de korkunç katliamların gerçekleştiği, patrikhanenin merkezi Rum mahallesi Fener vardır. Beşinci vadiye indikten sonra altıncı tepeye çıkılır. Burası; Konstantin’in kırk bin Got’dan oluşan sekiz birliğinin işgal ettiği yerdir, dördüncü tepeyi içine alan ilk surlar bu çemberin dışındadır ve yedinci birliğin işgal ettiği bu alan Hebdomon adını almıştır. Altıncı tepe üzerinde konstantin Porfirogenete sarayının surları durur. İmparatorların taç takma törenlerini gerçekleştirdikleri bu saraya şimdi Türkler Tekfur sarayı diyor, yani prenslerin sarayı. Tepenin yamaçlarında, Haliç’in kıyıları boyunca başlayıp şehrin surlarına kadar uzanan murdar Yahudi mahallesiyle Balat vardır ve Balat’ın bu tarafında eski Blakhernai Mahallesi bulunur, burası bir zamanlar altın çatılı saraylarla süslenmiş, imparatorların favori ikametgâhı, İmparatoriçe Pulcheria’ın kilisesinin ve tapınaklarının kalıntılarının bulunduğu yerken şimdilerde harabeye dönmüştür ve bu hâliyle keder doludur. Blakhernai’de başlayan burçlu surlar Haliç’ten Marmara Denizi’ne kadar yedinci tepeyi de kucaklayarak devam eder, yedinci tepe bir zamanlar Forum Boarium’un bulunduğu ve şimdi ise Arcadio sütununun kaidesinin yer aldığı tepedir: burası İstanbul’un en doğusundaki en büyük tepedir ve bu tepe ile diğer altı tepe arasında şehre Carisio’nun kapısından giren ve antik Teodosio limanının yakınlarından denize bağlanan Lykus adlı küçük bir nehir akar. Blakhernai Sarayı’nın surlarından denize doğru hafifçe inen ve bahçelerle taçlandırılmış Otakçılar Mahallesi görülür. Otakçıların az ötesinde, kıymetli camisi, servi ağaçlarının gölgelediği geniş kabristanı ve beyaz türbeleriyle Osmanlı’nın kutsal toprağı Eyüp Mahallesi vardır; Eyüp’ün arkasında tümenlerin yeni imparatorlarını kalkanlar üzerinde taşıdığı eski askerî kamp ovası ve ovanın da ötesinde Haliç’in son sularıyla yıkanmış çalılıkların arasında canlı renkleriyle hayal meyal seçilebilen diğer köyler vardır. İşte İstanbul! Kutsal şehir. Ancak yine de bu devasa Asya köyünün, bu devasa müzenin ikinci Roma’nın kalıntılarının ve İtalya’dan, Yunanistan’dan, Mısır’dan, Anadolu’dan kaçırılan hazinelerinin üzerine yayıldığı düşünülünce, bunu hatırlamak bile sanki ilahi bir rüyanın içindeyken zihninizi allak bullak eder. Şehri denizden surlara kadar saran büyük revaklar, yaldızlı kubbeler, amfi tiyatroların ve hamamların önündeki titanik sütunların üzerinde yükselen devasa atlı heykeller, porfir kaideleri üzerinde oturan bronz sfenksler, gümüşten imparatorları ve mermerden tanrıları olan aklı havada insanların ortasında granit alınlarını yükselten tapınaklar ve saraylar neredeler? Hepsi ya yok olmuş ya bambaşka bir şeye dönüşüvermiş. Bronz atlı heykeller eritilip top yapılmış, dikili taşların bakır kaplamaları sökülmüş bozuk paraya çevrilmiş, imparatoriçe lahitleri çeşme oluvermiş, Santa Irene Kilisesi cephanelik, Konstantin Sarnıcı atölye olmuş, Arcadio sütununun kaidesi bir nalbant için değiştirilmiş, hipodrom artık at pazarına dönüşmüş, sarmaşıklar ve molozlar imparatorluk saraylarının temelini kaplamış, amfi tiyatroların zemininde mezarlık çimenleri yetişmiş. Yangından kararmış ya da işgalcilerin elinde harap olmuş çok az kitabe bu tepelerin üzerinde bir zamanlar Doğu imparatorluğunun muhteşem metropolünün var olduğunu hatırlatıyor. Bu devasa harabenin üzerinde İstanbul mezarına girmiş bir cariye gibi zamanının gelmesini bekliyor.




Yenicami


OTELDE

Şimdi okurlar biraz olsun soluk alabilmek için benimle otele gelsinler.

Şimdiye kadar tasvir ettiklerimin büyük bir kısmını arkadaşım ve ben buraya vardığımız gün gördük. Geceyi geçirmek üzere otele döndüğümüzde aklımızın ne hâlde olduğunu kim bunu okuyorsa hayal etsin. Yolda tek kelime etmemiştik ve odamıza girer girmez kendimizi birbirimizin yüzüne bakacak şekilde kanepeye attık ve ikimiz birden şunları sorduk:

“Ne düşünüyorsun?”

“Ne diyorsun?”

“Ben buraya resim yapmaya geldim diye düşünüyorum.”

“Ben de yazmaya!”

Bunun üzerine yüzümüzde birbirimize karşı duyduğumuz şefkat okunurcasına gülümsedik. Aslında, o akşam ve hatta birkaç gün sonra, Sultan Abdulaziz bana Anadolu’dan bir kasabayı ödül olarak vereceğini söylese bile onun devletinin payitahtı üzerine on satırı doğru düzgün bir araya getirmeyi başaramazdım, böylesi büyük şeyleri tasvir etmek için ondan biraz uzaklaşmak, onları iyice hatırlayabilmek için de biraz olsun unutmak en doğrusudur. Kaldı ki Boğaz’ı, Üsküdar’ı, Olympus’un tepelerini gören bir odanın içinde nasıl yazacaktım ki? Otelin kendisi seyirlik bir yerdi. Günün her saatinde, merdivenlerde ve koridorlarda her ülkeden çeşit çeşit insanların gelip gittiği görülüyordu. Bir yuvarlak masanın etrafında her gün yirmi farklı milletten insan oturuyordu. Akşam yemeğinde; İtalyan hükûmetinden gelme bir delege olduğum için meyve servisi esnasında uluslararası büyük problemler üzerine söz almam gerektiği aklımdan çıkmıyordu. Etrafta pembe suratlı leydiler, saçları darmadağın artistler, bizden para koparmaya çalışan mücadeleci maceraperestler, başında altın haresi eksik olan bizanslı bakireler, tuhaf ve uğursuz yüzler oluyordu ve bunlar her gün değişiyordu. Meyve servisi esnasında, herkes birden konuşurken, insan kendini Babil kulesindeymiş gibi hissediyordu. İlk günden İstanbul tutkunu birkaç Rus ile tanıştım. Her akşam şehrin dört bir yanından gelip yine burada buluşurduk, herkesin anlatılacak bir yolculuk hikâyesi vardı. Kimi Serasker Kulesi’nin tepesine çıkmış, kimi Eyüp mezarlığını ziyaret etmiş, kimi Üsküdar’dan gelmiş, kimi Boğaz’ın üzerinde koşu yapmış olurdu; hepsi konuşuluyordu ve muhabbetler hep aynı ışık ve aynı renklerle dolu tanımlamalarla geçiyor, kelimeler yetersiz kaldığında Ege’nin kokulu ve tatlı şarapları imdada yetişiyordu. Ayrıca burada tabii parası bol memleketlilerim de vardı ve onlara aşırı sinir oluyordum çünkü çorbasından meyvesine kadar İstanbul hakkında söylemediklerini bırakmıyorlardı: kaldırım yokmuş, tiyatrolar karanlıkmış ve akşamlarını nasıl geçireceklerini bilemiyorlarmış. Sanki gecelerini geçirmek için İstanbul’a gelmişlerdi. İçlerinden biri Tuna’ya yolculuk yaptığını söyleyince ona bu büyük nehri sevip sevmediğini sordum. Bana dünyanın hiçbir yerinde Avusturya krallığına ait olan vapurlarda yediği gibi bir mersin balığı yemediğini söyleyerek cevap verdi. Bir diğeri hoş ve sevgi dolu bir yolcuydu, sırf kadınları baştan çıkarabilmek için yolculuk ediyor, kandırabildiği kadınların listesini yanında taşıyordu. Büyük ölçüde kutsal ruhun sekizinci hediyesi ile ödüllendirilen bu sarışın ve uzun boylu kont sohbette konu ne zaman Türk kadınlarına gelse, gizemli bir gülümseme ile kafasını eğer ve sözlerini yudum yudum içtiği şarapla keserek muhabbete dâhil olurdu. Her gün diğerlerinden biraz daha geç ve nefes nefese, sanki on beş dakika önce sultanın yanından çıkmış gibi bir havayla, yemek yemeye gelirdi, bir tabakla diğeri arasında katlanmış notları cebinden dikkatlice çıkarır, onların cariyelerden gelen mektuplar olduğu izlenimini verirdi ama yüzde yüz otelin hesaplarıydı. İşte, kozmopolit şehirlerin otellerinde bunun gibi insanı şaşırtacak çok konu vardır. İnanmanız için bizzat orada olmanız, gözlerinizle görmeniz gerekir. Yaklaşık otuzlu yaşlarda, uzun, asabi, gözleri velfecri okuyan ve heyecanlı heyecanlı konuşan genç bir Macar vardı, kendisi Paris’te zengin bir beyefendiye asistanlık ettikten sonra Cezayir’deki Fransız Zouavelerin arasına katılmaya gitmiş, orada yaralanmış ve Araplara esir düşmüş, ardından Fas’a kaçmış, sonra tekrar Avrupa’ya dönmüş ve Lahey’e giderek Açeliler’e karşı orduda yer alabilmek için subay rütbesi istemiş, Lahey tarafından reddedilince, Türk ordusuna kaydolmaya karar vermiş, İstanbul’a gelebilmek için önce Viyana’ya geçmiş ancak bu esnada bir kadın için yapılan bir düelloda boynuna bir tabanca kurşunu yemişti, yara izini gösterdi, İstanbul’dan da reddedilince, “Şimdi ne yapacağım?” diye sorup duruyordu, “Je suis enfant de l’aventure;” “Savaşmam gerek, beni Hint adalarına götürecek kişiyi buldum bile!” diyerek gemiye biniş biletini gösterdi. “İngiliz askeri olacağım, nasılsa orada daima yapılacak bir şeyler vardır, benim derdim dövüşebilmek, ölmek falan umurumda değil, zaten bir ciğerimi kaybetmişim.” Kendine has başka bir tip de bir Fransız’dı, ömrünü posta ile münakaşa ederek tüketmişti: Avusturya, Fransa, İngiltere postalarıyla başı beladaydı, Neue Freie Presse gazetesine protesto yazıları göndermiş, kıtanın tüm posta istasyonlarına küstahça telgraf çekmişti, her gün birkaç posta gişesinde kim mektubunu zamanında almamış, hangi mektup gönderildiği yere varamamış diye memurlarla münakaşaya giriyor ve yaşadığı tüm sıkıntıları ve talihsizlikleri sofrada uzun uzun anlatıp postacıların ömrünü yiyip bitirdiklerinden bahsediyordu. Bu insanların içinde bir de Rum bir hanımefendiyi hatırlıyorum, ruh gibi bir suratı vardı, tuhaf giyinirdi ve daima yalnızdı, her gece yemeğin ortasında masadan kalkardı ve hiç kimsenin asla bir anlam veremediği şekilde tabağın üzerine kabalistik bir hareket yaptıktan sonra çeker giderdi. Bir de Eflaklı bir çifti unutamıyorum, genç adam yaklaşık yirmi beş yaşlarında ve kız ise belli ki daha yeni yetmeydi; onları yalnızca tek bir akşam gördük, hiç şüphesiz kaçmışlardı; çocuk kaçırmış kız memnuniyetle kabul etmişti, çünkü yüzlerine odaklandığınızda kıpkırmızı oluyorlardı ve kapının açılıp kapandığı her seferde yay gibi yerlerinden sıçrıyorlardı. Başka kimi hatırlıyorum? Düşünürsem eğer, yüzlercesini. Sihirli bir fener gibiydi sanki. Arkadaşımla birlikte buharlı gemilerin şehre vardığı günlerde kapıdan içeri girenleri seyrederek eğleniyorduk: Hepsi yorgun, serseme dönmüş ve şehre ilk girdiklerinde gördükleri manzaranın etkisinden çıkamamış bu insanların yüzlerinden “Nasıl bir dünya burası? Nereye düştük biz?” gibi cümleler okunuyordu. Bir gün, sonunda çocukluk hayalini gerçekleştirip İstanbul’a gelebildiği için deliye dönmüş genç bir delikanlı içeriye girdi; babasının elini her iki eliyle tutup sıkıyor ve babası ise ona duygulu bir ses tonuyla “Je suis heureux de te voir heureux, mon cher enfant.”2 diyordu. Delikanlı; günün sıcak saatlerini pencereden Boğaz’ın tek kayasının üzerinde bir kar gibi bembeyaz hâlde süzülen Üsküdar’ın tam karşısındaki Kız Kulesi’ni seyrederek geçiriyordu. Engerek yılanı tarafından ısırılan güzel prensesin kolundan zehri akıtmak için kuleye çıkan Pers prensinin efsanesini hayal ederken, her gün aynı saatlerde pencereye çıkan beş yaşlarındaki bir çocuk bizi illet ederdi. Bu oteldeki her şey merak uyandırıyordu. Tüm bunların yanı sıra her akşam kapının önünde bir ya da iki kişi beliriyordu, bunlar ressamlar için model arıyorlardı ya da hepimizi ressam kabul ederek yüzlerinde başka anlamlar da çıkarılabilecek bir ifade ve kısık bir ses tonuyla soruyorlardı: “Türk mü olsun, Rum mu, Ermeni mi, Yahudi mi yoksa siyahi mi?”

2.Seni mutlu görmek, beni mutlu eder evladım. (ç.n.)
13 456,89 soʻm

Janrlar va teglar

Yosh cheklamasi:
0+
Litresda chiqarilgan sana:
09 avgust 2023
Hajm:
72 Sahifa 120 illyustratsiayalar
ISBN:
978-605-121-800-7
Matbaachilar:
Mualliflik huquqi egasi:
Elips Kitap

Ushbu kitob bilan o'qiladi