Müştak Gönülleri Aydınlatan Edebiyat

Matn
0
Izohlar
Parchani o`qish
O`qilgan deb belgilash
Shrift:Aa dan kamroqАа dan ortiq

“Odada zaten buz gibi bir hava vardı. Bu son koşul, ortamı daha da soğuttu. Buna karşın Turgut güldü: “’Yani teslim olmamızı ve ölüm fermanımızı imzalamamızı istiyorsunuz?’” “’Nasıl istiyorsunuz öyle yorumlayabilirsiniz.’” (Sayfa 94)… “Sorun TMT silahlarında idi. Onları teslim etmek demek, intihar etmek gibi bir şey olurdu. Hem tümü ile savunmasız kalırlar, hem de üstlerine hesap veremezdi” (Sayfa 95).

Önce, tutsak durumdan kurtulup çıkmak için Turgut, tedbir düşünür ve “düşünmek ve karar vermek” için birkaç gün süre vermelerini talep eder. Ancak yarın akşama kadar süre alabilir. Köydekiler fırsatı kaçırmadan, savaşmadan, can kaybetmeden bir gecede güvenli yere, Geçitkale’ye göç eder.

İnsanın, atalarının yıllardır yaşadığı toprakları, malını, eşyasını, tüm varlığını geride bırakıp gitmesi çok büyük acı, musibet. Ama roman kötümser değil, iyimser olarak sona erir:

“Güneş epeyce yükselmişti. Gün ağarırken yola düşenler, o saatta Geçitkale’ye ulaşmaya başlamıştı.” (Sayfa 170).

Güneş, ışık olumlu, geleceğe inanç simgesi olduğu gibi, Geçitkale de güvenlik, hürlük, saadet semboludur.

“Bir Gecede”, “Mangal” romanları, sanat yönünden de dikkat çekiyor: Tipler canlı insan gibi tasvir edilmiş, onların iç dünyası meydana çıkarılmıştır. İsmail Bozkurt, çeşit detayları, edebi araçları kullanarak, kahramanların ruhiyatı, iç dünyasını aydınlaştırmış. Tiplerin ruhiyatındeki nitel değişimlere gerçek vakalar neden olarak gösterilmiştir. Acar, cesur, yurtsever; Necmi, arkadaşları can pazarında iken cıranın koynunda; Ramadan, her şeyden parayı hoş gören kimse vs. Paraya tapınan Ramadan, zaruret içinde yaşayan, yoksul kişileri küçümser, hor görür. Bu onun Turgut’u da, Acar’ı da küçümsemesinin nedenidir. Para köleleri için milli mücadelenin bir kuruşluk değeri yok. “Bana ne?” der o (Sayfa 78). Ramadan ne pahasına olsa olsun kendi işini bitirmeği düşünen bir alçaktır: “Yüzsuyu döksem belki de işim olacaktı”, diye yerinir” (Sayfa 79).

İsmail Bozkurt; Turgut, Acar, Gülsüm (“Bir Gecede”), Mustafa (“Mangal”) tipleri vasıtasıyla Türk ulusal karekterindeki olumlu, güzel tarafları; Ramadan (“Bir Gecede”), Osman (“Mangal”) tiplerinde ise milletin ilerilemesine engel olan kusur, eksiklikleri aydınlaştırmıştır.

Ulusal karakter, donup kalan bir şey değil. Her zaman değişim, yenileşme, gelişme yolundaki bir fenomen; belli bir sosyal, iktisadi, tarihi devrin ürünüdür. Hal ve şartlar, durumun değişmesi, ulusal karakterin de değişmesine neden olur ve giderek zamanın ruhuna, milli menfaatlara aykırı sıfatlardan kurtulur, yeni, ilerici sıfatlar gelişir. Ulusal karakterin diyalektiği böyledir. İsmail Bozkurt, karakter oluştururken bu koşulu hesaba katmış, tiplerin çelişikliği nedenlerini ortaya çıkarmıştır.

“Mangal” romanı genelde bir aşkı, bir sevdayı anlatır. “Bir Gecede”de Acar ve Gülsüm’ün sevdası dikkat çekiyor. Bu konuda Ali Nesim Bey iyi demiş: “Roman olsun da içinde aşk yaşanmasın olur muydu?… İsmail Bozkurt da romanını bir güzel aşk öyküsüyle bezemiştir. İster savaş olsun, ister barış, aşk ve aşk acıları, yaşamın tuzu biberidir. Onsuz yaşam olamaz.” (Ali Nesim; “İsmail Bozkurt’un ‘Bir Gecede’ Romanını Okurken”, “Turnalar”, 2005, Sayı 20,Sayfa 7).

Edebi eserde, aşkı şöyle böyle tasvir etmek kafi değil. Aşk tasvirinden de anlam, mana çıkarabilmek gerekir. Acar-Gülsüm, Mustafa-Afife aşklarını tasvir vasıtasıyla yazar, insanın doğal, kalbinin duygularına göre hür yaşaması gerekçesini meydana çıkarmıştır. Acar-Gülsüm-Ramadan (“Bir Gecede”), Afife-Mustafa-Osman (“Mangal”) ilişkilerinin tasviri, bu asıl manayı aydınlaştırır.

Gülsüm de, Mustafa da aile, aşk meselesini kalblerinin emrine göre halletmeyi düşünüyor. Ama babaları bunu kabul etmiyor. Gülsüm’ün hürlük, kalp isteğini boğan ortamı terk ederek mutluluğa kavuşması mümkündür. Kız da bu yolu seçer. Aşk çizgisiyle ortaya çıkarılan bu mana, romanın ana konusunu, Lefkara köyündeki insanların cebir, zulüm, horluktan kurtulmak, saadete erişmek için toprağını terk etme vakasını daha da kuvvetlendirir.

Yazar, her iki konu tasviri vasıtasıyla insanın hürriyeti, hakları, istekleri-iradesine saygıda bulunmak lazım olduğunu vurgulamaktadır. “Bir Gecede” ve “Mangal” romanlarında hümanizmin canlandırıcı gücü, yazarın işbu ülküyü savunmasında, Acar, Gülsüm ve Mustafaların zaferinde göze çarpmaktadır.

İsmail Bozkurt Turgut (“Bir Gecede”) ve Mustafa (“Mangal”) tipleri vasıtasıyla vatan kısmeti, milli mücadelede milletin manevi ruhi birliği ne kadar önemli oldugunu, insanın barış, huzur, hür yaşamasından da büyük nimet yokluğunu sanat yoluyla göstermiştir.

“Bir Gecede” ve “Mangal” romanları, okurda vatan, yurtseverlik duygusunu daha da derinleştirir.

Romanlar, Kıbrıs Türk insanını, Kıbrıs dramını daha da derin anlatıyor.

“Bir Gecede” romanı savaşa nefret uyandırır. Veysel Dikmen’in dediği gibi: “İsmail Bozkurt “Bir Gecede” romanıyla, diğer romanlarında olduğu gibi bir kez daha evrenselliği yakalıyor: Günümüz düzyazısının barışa ve halkların kardeşliğine ne kadar çok ihtiyacı oldugunu haykırarcasına” anlatıyor.

İsmail Bozkurt hikayelerinde hayat olaylarından insan, millet için önemli hulasalar çırarıyor. “İnternetim” hikayesi çok basit bir iş – susmuş ev telefonunu onarmak için çekilen eziyetler hakkındadır. Öykü kahramanı arızalı ev telefonunu onarmak için üç ay oraya buraya – önce arıza servisine, müdüre, sonra müsteşara koşturur, ama Bakan emir vermeden iş bitmez. “Görüyorsun”, dedim karıma, “yarım saatlik işmiş”. Düşünceye daldım. Bu kadar basit bir işti madem, niye üç ay bekletildim ve niye ille de tepedeki Bakan emir vermeden olmadı bu iş?… Ne ölçüye, ne tartıya geldi. “Boşver,”dedim kendime ve dışarı çıkmaktan vazgeçerek bilgisayyarımın başına geçip internet bağlantısı yaptım”. Evvela, hatta epeyce tanınmış adam kendi hakkını korumak için niye bu kadar eziyet çekiyor? O zaman sıradan bir insanın başına neler gelebilir? İş başındakilerin halktan uzak olması, mesuliyetsizliği, namunasıp şahısların göreve getirilmesinin sonuçu ne olur? Bu suallar – düşündürücü.

Görüyoruz ki, kahraman basıt bir iş için ona aziyet çektiren dünyadan ümidini keserek, güzel bildiği dünyaya – internete yüz çevirir. Öykünün asıl anlamı şurada: yaşadığı ortamdan, dünyasından insanların havesi kırılmaması gerekir, bunun için her bir kişi, ilk önce devlet adamları mesul. Binayenaleyh, devletin yöneticileri iş başina helal, görevine munasıp kişileri tayin etmeleri gerekir ki, iş yürütmek de kolay olsun, halkın sevgisini de kazansınlar. Zaten, görev sorumluluktur, yükünü mesuliyetli, helal profesyönel kişi taşısın.

“Kutsal Mülkiyet Hakkı”, “Haciz” öykülerinde de insanların kismetine lakayt görevliler, savsaklamak tenkit edilmiştir.

“Kuzu Tüccarları” ve “Hacıpavlo’nun Okulu ve Rüzgara Çare” hikayelerini yaratmakta İsmail Bozkurt’a milletvekili tecrübesi yararlı olmuştur. Tabii, İsmail Bey kendini halktan ayırdetmeyen, fedakar milletvekillerini de, tesadüfi, kendi çıkarından başkasını düşünmeyen şahısları da görmüştür. İkinci öyküde seçimi kazanıncaya kadar halka çuval çuval vaadlar verip kandıran yalancılar, birincisinda ise halkın arzu umitlerinden uzak milletvekilleri ifşa edilir.

“İngiliz Kuralcılığı” hikayesinda Türk toplumsal karakterinin milli menfaatlara aykırı sıfatları kaleme alınmıştır. Görünürde yazar İngilizlerin kuralcılığını hiciv etmiş gibi, ama hikayenin esas anlamı başkadır. Bu anlam sonuçta bellı olur. Hikaye başkişisinin sözlerine dikkat edin: “Arkadaşımla gülüşürüz hep! Gülüşürüz, gülüşürüz ama ülkemizdeki kuralsızlığı, daha doğrusu kuralların duruma ve kişiye göre uygulanmasını anımsadıkça, İngiliz kuralcılığı hoşumuza da gitmiyor değil”. Nekadar tanıdık bir manzara. Bu tüm Türk ülkelerinde o ve ya bu derecede yaşamakta olan ve yok edilmesi gereken bir illet. Kanun üstünlüğü temin edilmedikçe suiistimallara yol açıktır.

İsmail Bozkurt edebiyatın çeşit türlerinde kendini deneyen ve başarılı olan bir yazardır. Dostumu 2011 yılında meşhür Evliya Çelebinin talebesi, yani seyahatçı olarak keşfettim. O kendini edebiyatın “gezi türü”nü da güzel yazabilecek yazar olarak gösterdi – 756 sahfalık “Kuzey Kıbrıs Seyahatnamesi”ni Ankaranın “Bengü” yayınlarında bastırdı. Türk dünyasının başka tanınmış yazar ve teşkilatçıları – Yakup Deliömeroğlu ile Ali Akbaş ona bu seyahatnameyı yazma önerisinde bulunmuşlar, İsmail Bey önce tereddüt etmiş, ama sonra kabul etmiş. Zaten kendisinin dediği gibi, İsmail Bey’in yaşamı “böyle bir seyahatname için “biçilmiş kaftan”dı. Ücra bir köyünde doğduğum Kıbrıs’ı, yaşamım süresince dolaşıp durmuştum”. Yazar, Evliya Çeledi gibi, gördüklerini ve duyduklarını ustalıkla yazmıştır. O Kuzey Kıbrıs şehir, kasaba, köylerinin tarihi ve kültürel zenginlikleri, fiziksel özellikleri, tabiatı, ekonomisi, yöneticileri ve ünlü kişileri, örf adetler hakkında ilgi çekici bir şekilde yazmayı başarmıştır. Ager bu kitapı Kuzey Kıbrıs Ansiklopedisi desek hiç mubalağa olmıyor.

İsmail Bey’in çok çalişma yeteneğine, trudogolikliğine ben daim hayretlenmişimdir. Bunun kökleri nerede acaba, diye düşünüyorum. Halka bir şeyler vermek isteği çok önemlidir. Ama aile ortamı, muhitinin yeri ve rolü de vardır tabii. Ayakta durabilmesi, bin çeşit çetinlikleri yenebilmesinde aile ortamı, güzel, anlayışlı Yenge Rahme Hanım’ın destegi onun en önemli, inançlı direği olmuştur. Hayatta anlayışlı ömür yoldaşının varolması – çok büyük nimetdir. Bir görüştüğümüzde Yenge Hanım’a espri olarak “İsmail ağa sizin bir nimet olduğunuzu biliyor mu?” diye sordum. “Biliyor, biliyor, ama aslında İsmail Bey’in kendisi benim için büyük nimettir” demişti.

Bu sözleri daha da geniş kapsamda kullanarak diyebilirimki, İsmail Bozkurt sadece ailesi, dostları veya hatta Kıbrıs için değil, belki Çin seddinden Adriatik denizine kadar tüm Türk dünyası için büyük nimettir. İsmail Bey’in teşkilatçılık faaliyeti da, yazar, bilim adamı olarak Türk dünyasına ettiği hizmetleri da bu hulasa için yeterli esas olabilir.

 

TARİH GERÇEKLİĞİ VE BEDİİ GERÇEKLİK

Ana Yurdun aman olsa, rengin de saman olmaz, der halkımız. Hakikaten, ana toprak şefkati, Vatan aşkı, vatanperverlik insanın en güzel ve onu yücelten faziletlerden biridir. Vatan sevdası, vatanperverlik, milletseverlik hissi birbirine sımsıkı bağlı olduğu gibi, kendi ülkesine, halkına olan sevgi duygusu da ulusalcılıkla birbirine sımsıkı bağlıdır. Edebiyatta yaratılan karakterlerin güzel özellikleri, öncelikle işte bu büyük duyguların ifadesiyle aydınlanır. Zira Vatan, yurdun istiklali, revnakı için mücadele etmek en hümanist, ulusal ideallerin kazanması için mücadele etmekten ayrı tasavvur edilemez. Dünya edebiyatında yaratılan en iyi eserlerin olumlu kahramanlarına da vatanperverlik, Vatanı sevmek, onu yüceltmek gibi duygu ve özellikler hasdır. Vatanı sevmek imandan olduğu gibi onun bağımsızlığı için savaşmak, mücadele etmek ve onu korumak da imandandır. Ünlü yazar Yavuz Bahadıroğlu’nun birçok eseri, özellikle “Buhara Yanıyor”, “Elveda Buhara”, “Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı”, “Selahddin Eyyubi” gibi romanları kahramanları için de vatan duygusundan daha yüce, daha değerli duygu yoktur. Romanların kahramanları Celaleddin Harezmşah, Timur Melik, Sarı Lağot, Sultan Alpaslan, Abdurrahman Bey, onun oğlu Tekin, Sultan Selahaddin, Osman ve Bilal’e özgü bu yüce özelliği tarihi döneme, belli bir duruma bağlayıp gerçekçilikle tasvir etmesi yazarın edebi başarısıdır.

Tarihi roman yazan edip karakter yaratırken bedii dokulardan yararlanmanın yanı sıra kaleme aldığı dönemin olay ve hadiselerinin silsilesini, o dönemde yaşayan belli başlı tarihi şahsiyetlerin faaliyetlerini tasvir ederken gerçekliklerden kaçınmaması gerekir. Burada yazardan tarihi hakikatle bedii hakikat arasında bir uyum bulup öyle yansıtması, tasvirden bugün ve gelecek gün için önemli anlamlar çıkarması talep edilir. Tarihi romanlar, eserler halk ruhunu yükseltmeye hizmet etmesi lazım. Yavuz Bahadıroğlu bu görevin üstesinden gelmiştir. O roman kahramanlarının kaderi tasviri vasıtasıyla vatanın bağımsızlığı, el yurdun huzuru için savaşta manevi ve ruhsal birliğin ne kadar önemli olduğunu, azimli ve kararlı, itikatlı, bir tek gayeye inanan ve gerçek bir yol göstericinin etrafında birleşen insanların nelere kadir olduğunu gösterebilmiştir.

“Buhara Yanıyor” ve “Elveda Buhara” romanlarının merkezinde Sultan Celaleddin Harezmşah yer almıştır. Romanlarda Celaleddin kendi ruhi dünyasına, kendi görüşlerine sahip insan olarak betimlenmiştir. Celaleddin’in büyük komandan, devlat adamı olarak siyasi faaliyeti, aynı zamanda bir insan olarak duyguları, ruhi alami gerçek tasvir edilmiştir. Celaleddin karakterindeki değişimler tarihi hadiselere uygun olarak tasvirlenmiştir. Yazar Mengüberdi şahsiyetiyle onun zamanı vaka hadiseleri arasındaki bağlılığı doğru teşhir etmiştir. O günün realitesi ile kahramanın hareketleri, düşünceleri arasındaki uymazlık, ziddiyet giderek derinleşir ve sonuçta kahramanı halekete götürdüğü gerçek tasvirlenmiştir.

Vatan, millet hürlüğünü korumak duyğusu, mesuliyet hissi kahramanı faal harekete yönlendirir, ama şah hanedanına mansup kişiler, özellikle babaannesi Türkan Hatun, küçük kardeşlerinin, saraydaki bazı yüksek görevliler, komutanların burnunun uçudan uzagı göremediği, bilhassa vatan ve millet kismetini değil, kendi çıkarlarını düşünüşü, ihaneti, aşağılığı Celaleddin Harezmşah’a, devlete zarar verdi. Rezaletlere dolu hayatı değiştirmek için amansız mücadelede Celaleddin eşitsiz iradesi ve cesaretine rağman kaybetti. Bunun sonuçları nelere getirdiği besbellidir: ülke özgürlüğünü kaybetti, tüm Türk ve İslam dünyası Moğol istibdatı altında kaldı, terakki yüz yıllar geriye gitti.

Yazar Celaleddin mücadelesi ve mağlubiyetini edebi yönden betimlemenin öyle bir yolunu bulmuş ki, kahramanın ölümünden kati nazar, vatanperverlik, iman, özgürlük duyğuları okur kalbine derin yerleşir ve o bu faciadan gerekir hulasalar çıkarır.

Yavuz Bahadıroğlu romanda Timur Melik, Cengizhan, Hacib Ali gibi tarihi şahısların canlı karekterlerini yaratmıştır. Cengizhan’ın gaddar, mekkar ve vehşiliği inanarlı manzaralarda açığa vurulmuştur. Aynı zamanda yazar Cengizhan’ın tedbirli, bilikli ve kurnaz başkan ve komutan olduğunu da göstermeyi dikketten kaçırmamıştır.

Edip tarihi gerçeği edebi gerçek haline getirmenin doğru yolınu bulmuştur. Ama bununla birlikte, tarihi vaka hadiseler, olgular, yer ve mekan tasvirinde bazı yanlışlıklar da vardır. Mesela, “Elveda Buhara” romanında Celaleddin Türk dünyasının ünlü alimi Kaşkarlı Mahmud’u kabul ettiği tasvirlenmiştir. Halbuki, Kaşkarlı Mahmud Celaleddin’den yüz elli yıl öncesi yaşamıştır. Onun “Divani Lüğat et Türk” eseri 1072 yılda yazılmıştır. Burada yazar Celaleddin’i ilm hamisi olarak betimlemiştir. Bu tarihi gerçektir. Nesevi’nin kaydıne göre, Sultan vaktinin çok darlığına rağman alimlerle görüşmüş, onları desteklemiştir. Membelerde Muhammed binni Kays “Tibyan Lüğat et Türki Ala Lisan el Kanglı” eserini bitirdikten sonra Celaleddin’e hadiye ettiği yazılmıştır. Türk misiki nazariyesi hakkında bize malum en kadim ve en mükemmel eser – “Şerefiye” de Safiüddün tarafından o zamanda yazılmıştır.

Romanda Celaleddin Kandahar’dan Gazne’ye gelirken, bir gürcü ordusu ile karşı karşıya geldiği yazılmıştır. Bu da tarihi gerçeğe uymıyor. Çunki Celaleddin’in gürcülerle ilk müharebesi 1226 yılından sonra Kafkaz’da olmuştur.

Pervan muharebesinden sonra ordunun parçalanmasına neden olan hadise iki tarihi şahıs – Amin Melik ve Seyfeddin İğrak arasında vuku bulmuştur. Eserde ise bu hadise Sarı Lağot’la Seyteddin arasında vuku bulur. Sultanın küçük kardeşi Gıyaseddin de uydurma tip Melik Nüsret’i değil, İsfahan şihnesi İbn Harmil’i öldürmüştür. Alaaddin Keykubad huzuruna gönderilen elçinin ismi de Tahir İbn Omer değil, belki Müciriddin Tahir olmuştur. Yine, Alaüddin Harezmşah huzuruna Cengizhan’dan gelen elçi Mahmud Yalavaç, Semerkand valisinin ismi Torğayhan değil, Tağayhan idi.

Sind nehri kenarındaki cenkten sonra Celaleddin’in yanında 70 değil, 4000 esker (Nesevi’nin malumatına göre) kalmıştı. Cengizhan da 1226’de değil, 1227 yılında vefat etmiştir.

“Elveda Buhara”da Celaleddin’in Hindistan’dan ülkesine dönerken, yolda Ahlat kalesini kuşattığı tasvirlenmiştir. Evvela, Ahlat kalesi yol üzerinde değil, ülkenin batı tarafında yerleşmiştir. Sonra, Celaleddin Hindistan’dan 1224 yılın başlarında çıkmış ve Kirman’a yürümüştür.

Yavuz Bahadıroğlu’nun tasvirinde Gıyaseddin abisine 1230 yılındaki Yessiçemen muharebesinde ihanet etmiştir. Halbuki, membelere göre, bu hadise 1228’de Moğollar’la İsfahan yanındaki savaşta vuku olmuştur. Mahmud Yalavaç’ın haşşaşiler halifesi olduğu da şüpheli. Mamafıh, Celaleddin uydurma tip Toyhan değil, kurdler tarafından şehit edilmiştir.

Elbette, yazar tarihi olguları bediileştirirken, fantazi etmeye, romana uyduruk şahıslar, olaylar sokmağa hakkı vardır. Ama esasi tarihi şahsiyetler, hadiseler, olgular tasvirinde tarihi gerçeğe riayet etmesi gerekir.Tarihi janr ilkeleri şunu iktiza eder.Yavuz Bahadıroğlu kullanan epizodlar, manzaralar gerçi kahraman karakterini aydınlatmağa, dramatikliği derinleştirmeğe hizmet etmişse de, yukarıdaki yerlerde tarihi gerçekliğe riayet edildiğinde şüphesiz roman yine de kiymetli olurdu. Yavuz Bahadıroğlu bizim ve okurların sevgisini derindan kazanmış bir yazar hamde dostumuz olduğu için de mezkur eksiklikler üstünde genişçe durduk. Bu eksiklikler cuzidir, yazar belki eserin sonki baskılarında mezkur eksikleri rahatca düzeltebilir.

“Malazgirt’te Bir Cuma Sabahı” romanında manevi ruhi yüksek bir ordunun büyük kumandan Sultan Alpaslan başçılığında kendilerinden kat kat üstün haçlı ordusunu nasıl tarumar ettiği ve bu zaferin temelleri edebi yönden güzel bir şekilde açığa cıkarılmıştır. Yazarın dediği gibi: “Gönüllerde aynı dua, beyinlerde aynı düşünce, eller kenet kenet tutuşmuş, insanlar bir inanç manzumesi etrafında kafa, kol, yürek birliği yapmışlar”. Bu birlik zaferin temeli olmuştur.

“Selahaddin Eyyubi” romanında efsanevi komutan ve sultan Selahaddin Eyyubi’nin halkı haçlıların esareti altından azat etme yolunda verdiği mücadelesi anlatılır. Refik Özdek’in “Türklerin Altın Kitabı” eserinde ve başka kaynaklarda belirtildiği gibi Sultan Selahaddin’in kurduğu Eyyubiler devleti ilk orta asırlarda Mısır, Suriye, Filistin sınırlarını da kapsamış ve devletin etnik çoğunluğunu da Türkler teşkil etmiş. Ordu da Türk halklarından oluşmuş. Devletin resmi dili Türkçe olmuş. Selahaddin’in soyu Azerbaycanlı olmuş, daha sonra Selçuklulara hizmet ederken, görev yüzünden Suriye’ye gelmişlerdir. Selahaddin’in babası Necmettin Eyyub Tikrit valisi olmuştur. Musul beyi İmamiddin Zengi onun hizmetlerini ödüllendirip, 1140 yılında Baalbek şehrine vali edip yollamıştır. Necmettin oğlu Selahaddin’in terbiyesi için döneminin en tanınan alimlerini tutmuş ve evladının çeşitli ilimlerden haberdar, fazıl bir delikanlı, yetenekli bir asker olarak büyümesini sağlamıştır. Selahaddin büyüdükten sonra milli birliği temin etmiş, küçük beyliği genişletmiş ve güçlü Eyyubiler devletini kurmaya muvaffak olmuştur. Bu devlet 1462 yılına kadar hüküm sürdü.

Türk halkları devlet kurmuş ve dünya medeniyetinin gelişmesine en büyük katkılarda bulunan halklardan biridir. Türk devletçiliği 3000 yıldan daha çok tarihe sahiptir. Dünyanın çeşitli mekanlarında Türkler milattan önceki dönemlerden günümüze kadar 110’dan daha fazla devlet kurmuşlardır, bunların 15’i büyük imparatorluktur. Bu imparatorlukların en eskisi milattan önce IV yüzyıla aittir. Selçuklular, Harezmşahlar, Amir Timur, Babürlüler, Osmanlılar ve başka Türk imparatorlukları dünya medeniyeti gelişiminde bulunduğu büyük katkılar dünya çapında itiraf edilmiştir. Abbasi Halife tarafından 6 Mayıs 1175 yılında resmen tanınan Sultan Selahaddin’in devleti de ilk orta asırlarda güçlü bir Türk devleti haline gelmişti. Öyle ki, Türklerin teşkil ettiği devletlerde milli ve dini özgürlük söz konusu olmuştur, milli ve dini azınlığı oluşturanlar kanun yoluyla da korunmuştur. Romanda bu durum detaylarıyla beraber kaleme alınmıştır.

Eserde Sultan Selahaddin, Kudüs kıralları Budin (Baudouin), Gui de Lusignan (Gvido Luzinyan; 1192 yılından Kıbrıs hükümdarı, Luzinyanlar sülalesinin kurucusu), graf Reno de Şatio (Renaud de Chatillon) gibi tarihi kişiler, o dönemin olay ve hadiseleri tarihi gerçekliğe uygun bir şekilde tasvir edilmiştir. Romanda kaleme alınan dönemde Yakın ve Uzak Doğu’da zor bir durum hüküm sürmekteydi. 1096 yılında mukaddes zemin –Filistin’i diğer din mensuplarından (Müslümanlardan) kurtarmayı peşkeş edip, dini düşmanlık bayrağı altında başlayan I Haçlı Savaşı neticesinde bu hududun büyük bir kısmı, Selçuklu’dan sonra Fatimi’lerin egemenliği altında olan Kudüs işgal edilmiş, Kudüs krallığı, Edessa, Antiohiya latin knyazlıkları kurulmuş ve işgal savaşları durmadan devam etmekteydi.

Orta asırlarda savaşlar dini bayraklar altında gerçekleştirilmiştir. Buna şaşmamak lazım, zaten orta asrın şeraitinde daha farklı olması mümkün değildi. Günümüzde Yakın Doğu’da Batı ülkeleri, özellikle ABD bunun gibi savaşları biraz farklı bir şekilde, yani “demokrasiyi getirmek” adı altında gerçekleştirmektedir. Bu yol mahiyet açısından XX. yüzyılın ünlü geosiyasetçilerinden Alman asıllı H.Haushofer ve İngiliz asıllı C. Makinder’in yazdığı işgal siyasetini aklamaktan ibaret olan bu geosiyaseti biraz farklı bir şekilde gerçekleştirmenin ta kendisidir. Bu savaşlar neticesinde Lübnan, Irak, Suriye, Afganistan ve başka ülkelerde yüz binlerce masum insanlar helak oldu, milyonlarca insanlar kaçak durumuna düştü. Göçmenler Avrupa’yı titretmekte; dünya çapında terörler gerçekleşmekte. Bu geosiyasetin büyük bir yanlış olduğunu, acı ve çürümüş meyve verdiğini şu an Batı’nın lider başkanları bile itiraf etmektedir. Ama ok yaydan çoktan çıktı, bu bölge dünya savaşı tehlikesini uyandıran bir patlayıcı madde haline geldi. İnsanoğlunun tüm barış yanlısı güçleri bir tarafta birleşip bu tehlikeyi önlemek için bütün çabalarını sarf ediyorlar. Fakat bütün dünya cemiyetlerinin birleşip gösterdiği çabayla bu afeti önleyebiliriz. Ne tür bir bahane altında olursa olsun, başkalarının yer ve mülkü, zenginliğine el koymak, talan etmek, başkalarının hürriyeti, erki ve hukukunu yerle bir etmek, adaleti hor görmek eninde sonunda bumerang gibi işgal edenin alnından vurur. Tarih de bunun şahididir. Yavuz Bahadıroğlu kendi romanında bunlara dikkat çeker.

Eserde günümüzde keskin zıddiyetler ve uluslararası gerginlik yaratabilen yine bir ocak – Kudüs olaylarını da kaleme alınmıştır. Kudüs (Arp. Quds –Mukaddes, mübarek şehir; İbranice İerusalayim şalom, yani selam – barış şehri) ezelden üç dünya dini vekilleri: Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanların mukaddes şehri sayılır. Şehir halife Ömer tarafından 638 yılında Kudüs ehlinin teklifine göre, savaşsız bir şekilde alınmıştır. Halife Ömer Yahudiler ve Hristiyanlara can ve mülk dokunulmazlığı sözü vermiştir, onların haklarını muhafaza eden bir sözleşme imzalanmıştır. Şehrin sonraki başkanları bu anlaşmaya sadık kalmışlardır. Hz. Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) hicretten önceki iki-üç yıl, Medine döneminde on altı veya on yedi ay devamınca namazı Kudüs tarafına doğru kılması bu şehri mukaddes diye bildiğinin delilidir. Kıble daha sonra Mekke tarafına değiştirilmiştir. Kudüs’teki mukaddes Aksa Mescidi halife ve onun oğlu Valid tarafından inşa ettirilmiştir. Şehir abat edilmiş, saraylar, mescitler, kervansaraylar, bağ ve bahçeler yapılmış, Mekke ve Medine’den sonra üçüncü bir şehir sıfatıyla önemli siyasi, iktisadi ve medeni, ilmi merkeze dönüştürülmüştür. Bu dönemde Yahudiler de, Hristiyanlar da Kudüs’ü özgürce ziyaret edebilmişlerdir, günümüz dilinde söylesek, orta asırlarda dini erkinlik hüküm sürmüştür. Hatta, Harun ar Reşit’in döneminde Hristiyanlar için misafirhaneler ve kütüphane de yaptırılmıştır. İslam memleketlerinde hüküm süren dini ve milli hoşgörüyü Avrupalı araştırmacılar da itıraf etmektedirler. Ayrıca, Rusyadaki Ekim darbesi karışıklıklarından sonra yurtdışına kaçmak zorunda kalan ve eserleri ABD ve Avrupa’da İngilizcede, daha sonra geçtiğimiz yüzyılın 90’lı yıllarının sonunda Rusya’da Rusçada neşredilen ünlü Rus tarihçisi A.A.Vasilyev (1867-1953) “Bizans İmparatorluğu Tarihi” adlı kitabında “…İslam hoşgörüsüyle diğerlerinden ayrıdır. X. yüzyılda bazı durumlarda Hristiyanların kiliselerine baskınlar gerçekleştirilmiştir, ama onlar dini bir çıkarımla yapılmamıştır; bunun gibi üzücü durumlar sadece tesadüf ve geçici olmuştur. Onlar Hristiyanlardan aldıkları illerde kiliseleri, Hristiyan ibadetlerini genellikle korudular ve Hristiyan hayır işlerine engel olmadılar. Büyük Karl döneminde, IX. yüzyılın başında Filistin’deki kiliseler ve manastırlar tamir edildi ve yenileri de inşa edildi… kiliselere bağlı kütüphaneler teşkil edildi. Ziyaretçiler hiçbir engel olmaksızın mukaddes mekanlara hac yapmaya gidebiliyorlardı”, diye yazmıştı.

 

Peki, madem böyleyse, çeşitli din mensupları insanlar barış ve huzur içinde yaşıyorken, 1095 yılının Kasım ayında Klermon’da toplanan dini toplantıda Papa II Urban tarafından bu bölgeye Haçlı seferi ilan etmek neden gerekli görüldü? Tarihçilere göre, Haçlı seferi öncelikle yeni yerleri ele geçirmek, zenginlikleri talan etme yoluyla Papa hakimiyetini daha güçlendirmek, kudretini daha da artırmak için lazımdı. Soylular, baronlar, graflar ve şövalyeler için de Haçlı seferi aslında servetlerini arttırmak, hakimiyet elde etmek, şöhret kazanmak için eşsiz bir fırsattı. Feodal zülüm altında ezilen cahil kesim ise bu seferi borçlardan kurtulmanın, iki kuruş para bulmanın bir yolu olarak görmüştü. Bunun üzerine onları Papanın kendisi dini açıdan cesaretlendirmiş, sefere katılanların günahlarından geçileceğini duyurmuştur. Orta asır cehaletiyle toplumu ayaklandırmak için bunlar yeterli olmuştur. Haçlıların garezli niyetlerine o dönemin tarihçileri şahitlik ederler. Bizans’ın o dönemdeki imparatoru Aleksey Komnin oğlu ve veliahdı İoann’a yazdığı vasiyetinde haçlıları “bize nefretle bakan doymaz barbarlar” diye adlandırmıştır. Aleksey’in kızı, döneminin ünlü yazarlarından olan Anna Komnina (1083-1148) ise kendisinin “Aleksiada” adlı eserinde “Boemund (Haçlıların yol göstericilerinden biri –B.M.Ş.) ve onun hemfikirlerinin asıl niyeti gizli: onlar talan etmenin yanı sıra başkenti (yani Konstantinopolis’i – B.M.Ş.) de işgal etmeseler iyiydi”, diye yazmıştı. Kendi döneminin vatandaşlarının şahitliklerinden haçlıların gerçek yüzleri ortaya çıkmıştır.

İlk Haçlı Seferi zamanında Haçlılar beş haftalık şiddetli savaştan sonra 1099 yılının 15 Haziran’ında Kudüs’ü işgal ettiler. Onlar Müslümanları, hatta kadın ve yaşlıları da katlettiler. Aksa Mescidinde saklanan vatandaşları da bırakmadılar, şehri yağmaladılar, hatta Müslümanlara yardım ettikleri gerekçesiyle Yahudileri de öldürdüler, görülmemiş bir vahşilik gösterdiler. Bu bütün dünyayı dehşete düşürdü.

Haçlılar mukaddes mescitleri talan ettiler, onları kiliseye dönüştürdüler. Latinlerin Kudüs krallığı kuruldu, ruhaniler ve soylulardan oluşan meclis Godfrua de Boillion’u kral olarak seçti. Aksa Mescidi kralın sarayına dönüştürüldü. Bu olaydan sonra da Müslümanlar ve Yahudiler yıllarca şehre sokulmadı. Dini ayrımcılık fırladı gitti. Kudüs’ün sonraki kralları etrafta baskıncı savaşlarını devam ettirdi. Her türlü hareketin tam tersi de olur, zülüm yine zülüm doğurur. Haçlıların toplu katliamları, talanları ülkede hürriyet hareketlerinin güçlenmesini sağladı. Sultan Selahaddin bu hareketin öncülerinden biri oldu. Sultan Avrupalı işgal güçlerinin birleşmiş ordularına karşı İslam devletlerinin ittifakını kurmak için çabaladı. Ama onu Selçuklular sultanı da, komşu ülkelerin hükümdarları da, hatta halifenin kendisi de desteklemedi, davet ve çabaları boşa çıktı. “Hristiyan dünyasının kenetlenmesine karşılık İslam dünyasına ne olmuştu böyle, niye bölük pörçük düşmüşlerdi? Neden bu savaşa Halife, Eyyubilerin savaşı diyordu, böyle yapıyordu? Kudüs’ün elden çıkması bütün Müslümanları yaralamayacak mıydı? Öyleyse ne idi bu ilgisizlik, bu gaflet?

“İhanet demeye dilim varmaz, kardaşlarım, lakin Bağdat’ta gününü gün eden halifeyi anlatacak başka tabir de bilmiyorum. İşte bütün Hristiyan alemi karşımızda, velakin Halife hazretleri ayrı çeker, Atabekler ayrı çekerler, Selçuklular ayrı çekerler. Ya İzzeddin Mesut nerelerde?”.

Selahaddin’in bu sözleri romandan alındı, onda o dönemde hüküm süren durum aydınlatılmıştır. Yeri gelmişken Büyük Britanya’nın eski Baş bakanı Henri Palmerston’un (1784-1865) belli anlamda gerçekçi ve bencil amaçlarını temel alan: “İngiltere’nin daimi dostu da, daimi düşmanı da yok, sadece daimi menfaatleri var” diye ünlü bir sözü aklımıza gelir. Belli bir anlamda bu hakikat, ama ortak bir düşman tehlike uyandırdığı bir vakitte bir olmamak, bu da yetmezmiş gibi kendi aralarında savaşmaya başlamak cahillikten başka bir şey değildir. Bir zamanlar Sultan Celaleddin Mengüberdi de Moğollara karşı mücadele etmek için Selçuklular ve Eyyubileri onunla bir ittifak kurmaya çağırmıştı, ama komşuların düşüncesizliği, uzağı görememiş olması neticesinde ittifak kurmaya muvaffak olunamamıştı. Bunun devamında da Moğollar sadece onu değil, Selçukluları da, Eyyubileri de yok ettiler. Türkistan halkları da yakın geçmişte dağınıklığı, birleşmemesi, hürriyet, bağımsızlığın değerini bilmediği için Çar Rusya’sına yem oldu, yurt boyunduruk altına düştü. Büyük düşmanın tecavüzüne karşı savaşabilmek, hürriyet, bağımsızlığını koruyabilmek için daha küçük devletlerin birleşmekten başka çaresi olmadığını tarih bir çok kez ispat etmiştir.

Sultan kendi halkını Haçlılara karşı savaşa soktu, ardı ardına başarıyı elde etti ve sonunda, 1187 yılının 30 Eylül’ünde Kudüs’ü azat etti. Selahaddin Doğu’da ün kazandı, adı tüm Avrupa’ya yayıldı. Kudüs yine Müslüman, Hristiyan ve Yahudilere açık bir şehir haline geldi, farklı din mensuplarının hak ve hukukları yasallaştırıldı. Ama Avrupalılar Kudüs ve diğer yerleri geri almak için İngiliz, Fransız, Alman kralları rehberliğiyle III Haçlı seferini başlattılar. Ama Haçlıların Kudüs’ü geri almak için beş yıl boyunca gösterdikleri tüm çabaları boşa çıktı. Savaş 1192 yılının 2 Eylül’ünde anlaşma ile bitti ve Kudüs Selahaddin’in elinde kaldı. Edip roman kahramanlarının kaderini bu tarihi olaylara bağlı bir şekilde tasvir etmiştir.

Kudüs daha sonraki Haçlı seferleri sırasında da birkaç kez saldırılara, yağmalara rastladı. Epey mühim bir geosiyasi önem arz eden bu şehir geçmişten günümüze bir çok zor hadiseleri başından geçirdi ve bu sıkıntılar halen de bitmiş sayılmaz. Şöyle ki, 1917 yılının Aralık ayında şehri Osmanlılardan alıkoyan İngiltere 1200 yıllık İslam hükümetini yok etti ve burada Yahudileri çoğaltma siyasetini uyguladı. İngiltere 1947 yılına kadar şehri mandat hukukuna göre yönetti ve o sene Filistin’in bölünmesi hakkındaki Birleşmiş Milletler Teşkilatına sunduğu teklifte Kudüs’e uluslararası statü vermeyi teklif etti. 1948 yılındaki Arap-İsrail savaşında İsrail Kudüs’ün Batı’sını işgal etti. Ürdün ise Doğu kısmını, yani eski şehri ele geçirdi. Neticede, bağımsız ve hür bir şehir ikiye bölündü. 1950 yılının Ocak ayında İsrail BMT kararlarına uygun olmayan bir şekilde Batı Kudüs’ü kendi başkenti olarak ilan etti, 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşı zamanında ise şehrin Araplara ait olan Batı kısmı da işgal edildi. BMT’nin birkaç kez karar alması ve karşı çıkmasına rağmen Kudüs’ün Arap-İslam karakterini zayıflatma siyaseti uygulanmaya devam etti ve nihayet, 1980 yılında bütün şehri ebediyen kendi başkenti olarak ilan etti. Arap nüfusu hukuklarının ayakaltı edilmesi buradaki siyasi durumu daha da zorlaştırdı, ihtilaflar, zıddiyetler daha da güçlendi ve halen devam etmekte.

Bepul matn qismi tugadi. Ko'proq o'qishini xohlaysizmi?